30 Kasım 2016 Çarşamba

Sevgili İnandı, siyasetin ekseni özellikle 1980'li yıllardan başlayarak ve giderek artar biçimde halka hizmetten, siyasal rant devşirmeye dönüştü. Eskiden belediye başkanı olmak,milletvekili seçilmek için, o yıla kadar edindiğiniz varlıklarınızdan bir kısmını,çoluk çoçuğunuzun rıskının bir bölümünü gözden çıkartmayı gerektiriyordu. Günümüzde ise beytülmalın başına çömelip,kamusal kaynakların yağma ve talanından pay kapmaya dönüştü. Bu dönüşümün yalnızca siyaset kadrolarında değil, kamusal kimi hizmetlerde de kendini gösterdi ve yaygınlaştı,derinleşti.Bu dönüşüm yalnızca bu güre yada döneme özgü değildir. Ancak, günümüzde daha da derinleşmiştir.Size önerim, örneğin İhale Yasasının, son on yılda kaç kez değiştirildiğine bakmanızdır.Yaşadığım,tanıklık ettiğim iki örnek vereceğim size,hem de Adıyaman'dan. Bir zamanlar bir ilçe başkanı, mesleği olmamasına karşın,müteahhitliğe soyunur ve kamu ihalelerinden pay kapmaya girişir. Ben, bu işe Valilik katında aracılık etmek isteyen Milletvekiline bunu yapmamasını, ilçe başkanının, kamu görevlilerini halk adına denetim ile görevli olduğunu, eğer kamu ihalesinde müteahhit yada taşeron olursa,kamu görevlileri tarafından denetlenir konuma düşeceği uyarısında bulunmuştum.İlçe başkanı ve milletvekili bu öğüdüme kulaklarını kapadılar. O ilçe başkanı ihaleyi aldı ve fakat beceremedi. Zamanın A.Yaman Valisi, valilik ve kaymakamlık personeli ile halkın önünde, o ilçe başkanını halkın içine çıkamayacak biçimde kınadı,azarladı. İkinci örneğim ise,daha yakın yıllarda gerçekleşti. Bu daha da kötü ve iğrenç.Yapması/yapması gereken kamusal hizmetten rüşvet mi,komisyon mu,avanta mı ne adla olursa olsun, pay almayı kendisi için bir hak olarak gören belediye başkanımız oldu. Konu, işgörenler tarafından zamanın valisine,belediye başkanının rüşvetsiz-komisyonsuz iş vermediğini şikayet eder. Zamanın valisi, önce belediye başkanını uyarır,bu türden rüşvet ve yolsuzluğun sözünün,dedikodusunun bile tahammül edilmez olduğunu belirtir. Belediye Başkanı, ihalelerden müteahhitlerin büyük paralar götürdüğünü, kendisinin üzerinden servet sahibi olanlardan kendi payına düşeni almasının hakkı olduğunu,bundan vazgeçmeyeceğini bildirir. Vali, bu konularda yapıyan ihbarları gerekçe tutarak İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel Müdürlüğünden müfettiş görevlendirilmesini ister. Bu gelişmeler öncesi ve sonrasında araya dönemin milletvekilleri girerek,valiyi bu girişiminden vazgeçirmeye,örtük biçimde de tehdit etmeye girişirler. Vali, müfettişlerin gelmemesi,dosyasının işleme konulmaması üzerine zamanın İçişleri Bakanlığı Müsteşarını arar.Müsteşar, dosyanın bakan tarafından işleme konulmadığını,üzülerek valiye bildirir. Vali, belediye başkanı ile zamanın iktidar partisinin milletvekillerinin gadrine uğrar ve yargı tarafından iade edileceği görevinden alınır.Ve bir daha da hep Merkezde tutulur.Çünkü şikayet edilen belediye başkanı ile milletvekillerinin mensubu olduğu parti hep iktidardadır. Günümüzde kamu kaynaklarının nasıl yağma ve talan konusu kılındığının kaynağını öğrenmek istiyorsak iki şeye bakacağız. Birincisi Kamu İhale Yasası ve bundaki değişiklikler, ötekisi ise "Nereden Buldun Yasası"nın var olup olmadığına,kaldırılıp-kaldırılmadığına. Uzağa gitmeye gerek yok. Günümüzde çevremizde siyaset bal küpüne bırakınız parmaklarını,kollarını,tüm gövdelerini sokanları dünkü varlıkları ile günümüzdeki varlıklarına bir bakın. Çoluk-çocuk ve akrabalarının nasıl nemalandıklarını görebilirsiniz. Valisi kaymakamı da, günümüzde kimi ekonomik kuruluşlardan hakkı huzur adı altında, rektörler dernek -vakıf ve işletmelerden aldıkları kar payları,hakkı nuzur ve ek ücret ile dünyalıklarını da ,ahretliklerini de devşirmeye çamlışıyorlardır. Yoksul halka düşen ise, sosyal devletin görevi iken,sadakanın ötesine geçmeyen kırpıntılar,suçlarının örtüsü olarak dağıtılmakta.Esenlik dileklerimle.30.11.2016

25 Kasım 2016 Cuma

Yahu oyun mu oynuyor, toplumla dalga mı geçiyorsunuz. Önce TSK ve komutanları saygınlıktan uzaklaştırıyorsunuz,sonra ise, saygınlığını çiğnediğiniz kurumları,güya ihya ediyorsunuz.Dün kovulan kurumların başkanları, ertesi gün bunun için teşekkür kuyruğuna mı giriyorlar acaba? Yazık ve utanıyorum, o kurum ve kişiler adına.0
bunu "allahın lütfu" olarak görüp, bugün yakınıcısı olduğunuz uygulamaların sahiplerine bir bulunmaz armağan olarak verirsiniz?Bilisizlik dereceniz bu denli derin mi? Bu aldatılma dersini, 7 Haziran seçimleri sonrası, figüranı olduğunuz hükümet oyununda ayırt edemediniz mi? OHAL'i ve KHK ile yönetme olanağını altın tepsi içinde sunduğunuz RTE ve AKP'nin ne yapmasını bekliyordunuz? Güzel ve yalnız ülkemin muhalefet lideri de bu! Yazık bu halka ve güzel-yalnız ülkeme. Yakındığınız her şeyden birinci derece de siz de sorumlusunuz.Tarih bunun tanığıdır.

Bu yanıt, Kılıçdaroğlu'nun Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Klüsündeki konuşması üzerine yanıt olarak hazırlanmış ve Hürriyet Gazetesi'nin 25.11.2016 günkü sayısında,internet sayfasında yayımlanmıştır.
ahu susun,susmayı bilin yada ne dediğinizi. Bir parti lideri, Başbakanın kendisini aradığını,arama tarihi,nedeni ve konuşma özetini bir not defterine yazar. Ne demek "darbeden iki yada üç gün sonra" demek? Sonrasında, madem ki, yararlı ahmaklarca başarısızlığa mahkum silahlı kalkışmayı, halk,siyasal partiler ve parlamento ortaklaşa püskürtmüş ve parlamentonun "gaziliği" birden yeniden anımsanmış ise, neden "bu savaşımı parlamentoda birlikte verelim" demezsiniz de, oy ile,parlamentonun devre
ODTÜ Öğretim Elemanları Derneği tarafından Cumhuriyet Gazetesi'ni ziyaretleri sonrasında hazırladıkları bildiriyi, öteki derneklerin de katılımını isteyen yazıları üzerine yazılmıştır. 25.11.2016


Değerli Dostlar,bildirinizi ve aracılık ettiğiniz çığlık için sizi kutluyorum ve destekliyorum. Ancak, bu bir siyasal davadır ve yeni düşman ortaya çıkınca, "yine aldatıldık, bunlar tümü ile kumpasmış" deninceye kadar da, çağrınıza uyan bir siyasal iradeyi bulmamız da olanaksız. Tıpkı, Engenekon,Balyoz vb. davalarda olduğu gibi. Çünkü, hain ve düşman yaratımı, günümüzün siyasal reis'i için, soluklanmanın ve kendisini güvende duyumsamasının yolu bu. Dünkü öğretmenlere seslenişine bakın: "Şu an bildiklerimi söyleyemiyorum. Günü geldiğinde onlar da kaleme dökülecektir" diyerek ve kendisini "arkadaşları tarafından tek başına bırakılmış biri olarak tanımlaması bundandır. Mağduriyet edebiyatı, korku üretme ve yayma yöntemi hep sürdürülecektir.Bütün bu nedenlerle ister tutuklu,isterse tutuksuz, kendisi sanık olan savcı eliyle hazırlanmış ve bu iddianameyi onaylayan yargıçlara güvenemiyorum. Siyasal irade,buyruğunu değiştirenceye kadar da bu böyle sürecek gibi. Dilerim yanılırım ve "demokrasinin ilerisine aşık(!) muktedir" tez elden düşman ve hain üretmekten kendisini uzak kılar.Eğer imzamın bir anlamı varsa, bildiriyi destekleyenler arasına yazabilirsiniz. senlik dileklerimle.Yahu ben, ODTÜ gibi bir üniversitede, engizisyon döneminde olduğu gibi, suçlama belgesinin ve disiplin dosyasının bir örneğininin tarafıma ve suçlananlara verilmesi istemime,8 Kasım 2016 ODTÜ Disiplin kurulu toplantısında "karar verilmesi sonrası" diye yanıt almanın üzüntüsünü,"bunu tutanağa bağlayalım" dememe karşın, "böyle bir yöntemlerinin olmadığı", karar sürecine katılmam gerektiğini yasalara işaret ederek belirtmeme, "biz de böyle bir uygulama yok" yanıtını ve bu yanıtı verenlerin utancını yaşıyorum.
Prof.Dr.Mustafa Altıntaş
 
----- Orijinal Mesaj -----
Kimden: Ogretim Elemanlari Dernegi <oed@metu.edu.tr>

24 Kasım 2016 Perşembe

Eğlen,çalış,öğren, büyü,
Mutlu geçir yaşam denen o öykünü,
Yolun açık,ömrün uzun olsun,
Sana kopardım bahçemde açan en güzel gülü.

23 Kasım 2016 Çarşamba

BU BİZLERİN, YURTTAŞLARIN ÇIĞLIĞI, BİR ÇAĞRI. GÜNÜNDEN MUTLU, GELECEĞİNDEN UMUTLU OLMAK VE İNSANCA,GÜVEN İÇİNDE YAŞAMAK İSTEYENLERİN ÇIĞLIĞI. KULAK VER VE ÇIĞLIĞIMIZA SEN DE KATIL.24.11.2016

 ≠benimdeitirazımvar
“Yurttaştan yurttaşa bir çağrımız var. Bu toplumun büyük çoğunluğu gelişmelerden memnun değiliz, huzursuzuz, güvensiziz, geleceği göremiyoruz, böyle yaşamak istemiyoruz.

Milyonlarca yurttaşın olup bitenlere rızası değil itirazı var ama tek tek sesimizduyulmuyor.   Gücümüzü gücümüze, seslerimizi birbirimize katarsak suskunluğu aşarız, sessizliği deleriz,duyulur,görülürhalegeliriz. 

Ekteki metni elindeki bütün olanak ve yollarla gönderebildiğin, ulaşabildiğin herkese, her partiye, her kuruluşa, üyesi olduğun örgütlere, arkadaşlarına, eşine dostuna, izlediğin kanalların haber ve tartışma programlarına, kendi sosyal medya ağına, her yere gönder. İstersen bu metinden birkaç cümleyi al, istersen kendi itirazını 140 karaktere indirip “BenimdeİtirazımVar” hashtag’iyle paylaş, metni Facebook’una koy. Yurttaşın, hepimizin itirazının milyonlara ulaşabilmesi için yaratıcı ol.” 

Bu toprakların ortak sahibi olan bizler; AKP, CHP, HDP, MHP ya da başka partilere oy veren Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Laz, Süryani, Çerkes, Müslüman, Hıristiyan,  Yahudi, Sünni, Alevi, inançlı, inançsız bütün yurttaşlar, 
Savaş istemiyoruz, şehit istemiyoruz, çocuklarımızın ölmesini, öldürmesini, birbirlerine silah çekmesini istemiyoruz. 
Düşman cephelere bölünmek, kardeşliğimizi, ortaklığımızı yitirmek istemiyoruz. 
Ne darbe, ne vesayet. Ne diktatör, ne terör! İşimizde gücümüzde, huzur içinde, özgür yaşamak istiyoruz. 
Kadın olduğumuz için hırpalanmak, tecavüze uğramak, öldürülmek, örtülüyüz diye aşağılanmak, şort giydik diye saldırıya hedef olmak, korku içinde yaşamak istemiyoruz. 
Kadın erkek hepimiz;  inançlarımızı, dinimizi, kültürümüzü özgürce, eşitçe yaşamak istiyoruz. 
Hangi suçla suçlandığımızı bilmeden, kimin adına, hangi hukuka göre  karar verdiklerini bilmediğimiz mahkemelerce tutuklanmak, hapse atılmak; darbeyle, terörle hiçbir ilgimiz yokken yalan ihbarlarla,  sahte delillerle sorgusuz sualsiz işimizden olmak, meslekten uzaklaştırılmak, çoluk çocuğumuzla açlığa mahkûm edilmek; barış deyince terörist, mağduriyet deyince hain ilan edilmek istemiyoruz. 
Keyfi kararlarla malımıza mülkümüze el konmasını, emeğimizin hakkının, ücretimizin, maaşımızın elimizden alınmasını,  evlerimizin, köylerimizin yakılıp yıkılmasını, çocuklarımızın eğitimlerinin aksamasını, gençlerimizin sokaklarda heba olmasını istemiyoruz. 
Biz halkız, vicdanlı, iyi insanlarız; bizi tahriklerle kötücülleştirmeyin,  kin ve nefret sözleriyle ayrıştırmayın, kana, ölüme alıştırmayın. 
Savaş, ölüm, idam, çatışma, kavga istemiyoruz. 


Bu ülkeyi yönetenler, kaderimize hükmedenler! 
Sizler; halkı sindirmek, özgürlükleri yok etmek için değil, 
biz yurttaşları barış, güven, huzur içinde yaşatmak için seçildiniz. 
Bilin ki bu gidişe rızamız değil itirazımız var. 
Bizi duyun!

Peygamber böcekleri

SELÇUK EREZ-23.11.2016
Peygamber böceklerinin (mantis religiosa) hangi peygamberin böceği oldukları henüz kesinlikle saptanmış değildir. Patlak gözleriyle Salvador Dali’ye benzeyen ve çoğu yeşil renkli olan bu böcekler fırsat buldukça dua eder fakat oruç tutmazlar. 
Dişileri, kendilerine söz atanı, sarkıntılık, mobbing yapanı ve tecavüze kalkışanı asla affetmezler; her türlü tecavüzcünün önce başının etini yer sonra da onu öldürürler.* 
Böyle davranmalarının nedeni bilinmemektedir. Bir görüşe göre bunu, böceği oldukları peygamberin bir vaazını dinlerken öğrenmişlerdir. Diğer bir bilimsel görüşe göre ise peygamber aslında böyle bir şey söylememiş, bilakis “tecavüzcüleriyleevlensinler” buyurmuştur ama vaazdan az önce birkaç çıyan yemiş olan peygamber böcekleri, kafaları bulanık olduğundan bu sözleri yanlış yorumlamışlardır. Bu konuda ileri sürülmüş olan üçüncü bir görüş daha var: Bu böceğin erkeği sabah akşam TV’den Türkiye haberlerini izlemekte ve sonuçta kendi beceremediğinden dişisinin bu şekilde damarına basarak kafayı ona yedirmektedir. 
Bilim insanları, tecavüzcü böceklerin saldırıları sırasında kendilerinden geçtiklerini, adeta “Vuslatın başka âlem - Sen bir ömre bedelsin / Bir ihtimal daha var - o da ölmek mi dersin” gibi bir şarkı mırıldandıklarını belgelemişlerdir. 
Başka bir bilim insanı da böyle bir eylem sırasında kafasını yitiren böceklerin aslında ölmediklerini, bir süre sonra silkinip kalktıklarını ve peygamberlerinin en inançlı izleyicileri haline dönüştüklerini saptamıştır. Peygamberleri de herkesten çok onlara güvenir, en önemli yerlere onları atar. 
La Fontaine’nin de bu böcekle ilgili güzel bir şiiri vardır: 
Peygamber Böceği ile Karınca 
Peygamber böceği bütün yaz 
Nihaventten şarkılar söyleyip kelle yerken 
Sonbaharda bastırınca ayaz 
Ve ortalıkta başı yenecek haşarat kalmayınca 
Açlıktan ölmemek için karıncaya başvurmuş 
“Üç beş bokböceği ölüsü, iki örümcek artığı 
Ödünç verirsen ilk baharda fazlasıyla öderim” demiş. 
Karınca dediğin kaçın kurrası! 
Gitmiş Standart and Poors’a, Fitch’e danışmış. 
Reytingler alabildiğine kötü gelmiş. 
Karınca o zaman böcekle söyleşmiş: 
- Ne yaptınız yaz boyunca? 
- Şarkılar söyledim kelleler yuvarladım. 
- Öyleyse şimdi de halay çekiniz! 
Prof.Dr.Mustafa Altıntaş
YÖK-YDK Üyesi
(Eğitim-Sen Temsilcisi Olarak)
0532 513 39 52

12 EYLÜL HUKUKUNU ARAR KONUMA GETİRİLEN ÜNİVERSİTE
Günümüzde ulusların varsıllığı, gönenci ve barışı, bilgi ve erişim devrimi basamağındaki konumu ile yakından bağlantılıdır. Daha fazla bilgi, beceri ve öğrenme kapasitesine sahip olanlar yaşam boyu olaganüstü bir ekonomik doyuma ve yaşam düzeyine ulaşırlarken, bu ölçütlerin uzağında olan toplumlar, umarsızlık ve yalnızlık içinde, yoksulluk ve yoksunluk  çukurunda debelenmeye mahkumdurlar. Bu nedenden gelişmiş ekonomiler, eğitimi, siyasal ve toplumsal önceliklerinin ilk sırasına koyarak, çağcıl uygarlık düzeylerini korumak ve geliştirmek çabasındadırlar. Bilgili, beceri ve özgüven sahibi, öğrenme kapasitesi yüksek insanların nitel ve nicel ağırlığı özellikle yükseköğretim sistemine bağlıdır. Küreselleşen ve küreselleştikçe de karmaşıklaşan dünyamızda özgüvene sahip ve girişimci bireyler olabilmek, entellektüel bir savaşımı gerektirmektedir. Bu ise, eğitim sisteminin, özellikle de yükseköğretim sisteminin bu ortamı sağlayacak özgürlük ve serbestlik iklime sahip olmasını gerektirmektedir.
Türkiye'de ise, eğitim ve yükseköğretimden beklenen "kinci ve dinbaz kuşaklar" yetiştirmek olduğundan, sistem, entellektüel savaşımı başaracak ortamdan, çatışmacılığa, biatçılıaı, kapıkulluğuna göre biçimlendirilmektedir. Bunun son örneğini, iki saygın ve yetkin üniversitemizdeki rektör atamalarında yaşadık ve yaşamaktayız.
Kurulduğu 1981'den bu yana en çok yakınılan YÖK Sistemi ve onca değişiklik yapılmasına karşın sürekli değiştirilmek istenmesi masalı yinelenen 1982 Anayasası, "Faşist Darbe Ürünü" olarak tanımlanmaktadır. Ve tüm siyasal partiler ve hükümetler, 1982 Anayasasına kaynaklık eden YÖK Sistemini kaldırmak konusunda görüş birliğini yineleyip durmaktalar. Ancak, 1983 seçimlerinden sonra gelen tüm iktidarlar, Anayasanın onca maddesi değiştirilmiş olmasına karşın, YÖK sisteminin üzerine oturmayı ve bu kez de kendilerine biat eden kuruma dönüştürme fırsatçılığını sergilemişlerdir.
Fazla uzağa gitmek istemiyorum. Muktedir olmazdan önce, "ileri demokrasi(!)masalı" ile, "tatlısu solcularını, demokratlarını, darbe mağdurlarını, askeri vesayetten yaka silkenleri", "Fareli Köyün Kavalcısı! gibi,peşine takan  AKP;  Programı, 2002 Seçim Bildirgesi ve Acil Eylem Planında YÖK ve Üniversiteye yönelik hedeflerini şöyle sıralanmaktadır: "...Yükseköğretimde köklü bir reforma ihtiyaç vardır.YÖK,üniversiteler arasında koordinasyon sağlayan,standart belirleyici bir yapıya kavuşturulacak, üniversiteler idari ve akademik özerliğe sahip,öğretim elemanları ve öğrenciler üzerinde baskı, dayatma ve antidemokratik uygulamaların bulunmadığı, bilimsel bilginin üretildiği, araştırma ve öğretim faaliyetlerinin esas olduğu kurumlar haline getirilecektir".
İleri demokrasi(!) masalının getirisinin yüksek olduğu dönemde, programı, seçim bildirgesi ve hükümet programı ile acil eylem planında yer alan üniversite reformunu yapabilmek için köklü bir değişimi başlatan Birinci RTE Hükümeti (59.T.C.Hükümeti) olmuştur. AKP Hükümetinin başlangıcındaki üniversite tanımı şu biçimde idi: "üniversiteler, özgür ve demokratik ortamlarda bilginin üretildiği, yayıldığı, gerçeğe ulaşmanın değişik yöntemlerle araştırıldığı,insanın, toplumun ve ülkenin geleceğinin inşa edildiği vazgeçilmez kurumlardır".

2547'yi reforme edebilmek için, Başkanı Kuzu olan zamanın TBMM Anayasa Komisyonu tarafından hazırlanan Taslak ile, Üniversiteler "çoğulculuğu ve demokratik katılımı esas alan,...idari ve mali özerkliğe,bilimsel özgürlüğe sahip..." kuruluşlar olarak tanımlanıyor ve devletin üniversiteler üzerindeki "gözetim ve denetim yetkisi " kaldırılıyordu. Rektörlerin Cumhurbaşkanınca, dekanların YÖK nca seçilmesi ve atanmasından vazgeçiliyordu. Anayasanın 131nci maddesi ile, YÖK'ün görev ve yetkileri, yükseköğretim alanını eşgüdümü sağlamak ve planlama çalışmalarını yapmak olarak sınırlanırken, güçlendirilen Üniversitelerarası Kurul, akademik ölçütlerin belirlenmesi, üniversitelerin denetlenmesi ve değerlendirilmesi ile yetkilendiriliyordu.Anayasanın 104 üncü maddesinde yer alan Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri arasından ise,"Yükseköğretim Kurulu üyelerini ve üniversite rektörlerini seçmek" çıkartılıyordu.
Benim de Başkanlığını yaptığım Öğretim Üyeleri Derneği adına ve Eğitim-Sen Temsilcisi olarak katıldığım Çalışma Grubu tarafından, Anayasa'nın 130 ve 131 inci madde değişikliklerine koşut olarak hazırlanan 2547 Sayılı Yükseköğretim Yasası Değişiklik Tasarısı ile rektör maddesi şöyle değiştirilmekte idi: "Rektör, üniversitenin son bir yıl kadrolu öğretim üyesi olarak çalışmış profesörleri arasından, dört yıl için seçilir. Bir profesör kendi üniversitesinde bir kez rektörlük yapabilir. Rektörün seçiminde oy kullanabilmek için o üniversitede son bir yıldır öğretim üyesi kadrosunda çalışıyor olması gerekir. Oyların yüzde ellisinden fazlasını alan aday, rektör seçilmiş olur. Seçilen aday doğrudan görevine başlar ve durumu YÖK'e bildirir. Rektör üye tamsayısının üçte ikisinin kararıyla görevden alınabilir. Rektörün görevleri, kişisel inisyatif kullanma durumundan yönetim kurulu ve senato tarafından alınan kararları uygulamak biçimine dönüştürülmüştür".
2547 Sayılı Yükseköğretim Yasasının üniversite organların birinci sırasına yerleştirdiği rektörün atamasındaki başlangıçtaki yöntem; "Yükseköğretim Kurulu'nun önereceği yükseköğretimden sonra en az onbeş yıl başarılı hizmet vermiş, tercihan devlet hizmetinde bulunmuş, ikisi üniversitelerde görevli profesörlerden olmak üzere dört kişi arasından Devlet Başkanınca beş yıl için atanır. Önerilenlerin atanmadığı ve iki hafta içerisinde yeni adaylar gösterilmediği takdirde Devlet Başkanınca doğrudan atama yapılır. Süresi biten rektör yeniden atanabilir" biçiminde idi. 7 Kasım 1981'den başlayarak, 07.07.1992 günlü 3826 sayılı yasaya kadar, YÖK'un mutlak patronu olan İhsan Doğramacı rektörleri belirliyor ve devlet başkanı da bunları onaylıyordu.
Bu düzenleme, akademiya dünyasının uzun süren çaba ve uğraşları sonucu, 07.07.1992 günlü 3826 Sayılı Yasanın 1. maddesi ile şu biçime büründürülmüştür: " Devlet üniversitelerinde rektör, profesör akademik ünvanına sahip kişiler arasından görevdeki rektörün çağrısı ile toplanacak üniversite öğretim üyeleri tarafından seçilecek adaylar arasından Cumhurbaşkanınca atanır. Rektörün görev süresi 4 yıldır. Süresi sona erenler aynı yöntemle yeniden atanabilirler. Ancak iki dönemden fazla rektörlük yapılamaz...Bu toplahtıda en çok oy alan 6 kişi aday olarak seçilmiş sayılır,bunlardan Yükseköğretim Kurulu'nun seçeceği üç kişi atanmak üzere Cumhurbaşkanına sunulur. Vakıflarca kurulan üniversitelerde rektör adaylarının seçimi ve rektörün atanması ilgili mütevelli heyet tarafından yapılır".
3826 Sayılı Yasa ile getirilmiş olan ve akademiya topluluğunun yaptığı seçimin, önce YÖK tarafından, belli olmayan öznel ölçütlere göre elekten geçirilmesi ve sonrasında ise, YÖK'nun sıralamasını bu kez nesnel olmayan ölçütlerle Cumhurbaşkanın eleğinden geçiren sistemin gerçek bir seçim olarak kabul ve onay görmesi mümkün değildir. Gerçekten de, akademiya topluluğunun istencinin,  önce YÖK ve arkasından da Cumhurbaşkanları tarafından açıklanmayan gerekçelerle yok sayılması, akademiya topluluğuna olan güvensizliğin ve üniversitelerin siyasal çıkarlara araç kılınması isteğinin kanıtını oluşturmaktadır.

1991 genel seçim kampanyasında "oy ver, YÖK un üzerindeki iki noktayı kaldırarak yok edelim" slagonu ile bilbordları süsleyen DYP ile, YÖKnu kaldırmayı amaçlayan SHP'nin ortak hükümeti tasarısının ürünü olan bu ucube sistem; "yararlı salakların darbe kalkışmasını" başarı ile fırsata dönüştüren ve bunu "Allahın lütfu" olarak kutsayan AKP ve RTE, tarafından, 3.10.2016 günlü 676 Sayılı KHK ile  değiştirilmiştir :  “Devlet üniversitelerinde rektör Yükseköğretim Kurulu tarafından önerilecek, profesör olarak en az üç yıl görev yapmış üç aday arasından Cumhurbaşkanınca atanır. Bir aylık sürede önerilenlerden birisinin atanmaması ve Yükseköğretim Kurulu tarafından, iki hafta içinde yeni adaylar gösterilmemesi halinde Cumhurbaşkanınca doğrudan atama yapılır. Rektörün görev süresi 4 yıldır. Süresi sona erenler aynı yöntemle yeniden atanabilirler. Ancak aynı Devlet üniversitesinde iki dönemden fazla rektörlük yapılamaz. Rektör, üniversite veya yüksek teknoloji enstitüsü tüzel kişiliğini temsil eder. Vakıflarca kurulan üniversitelerde rektör, mütevelli heyetinin Yükseköğretim Kuruluna teklifi ve Yükseköğretim Kurulunun olumlu görüşü üzerine Cumhurbaşkanı tarafından atanır.”
Demek ki, 35 yıllık bir geçmişi olan YÖK sisteminde, rektörlerin seçimi ve atamasında üç farklı model getirilmiş gibi görünmektedir. Ancak, faşist askeri darbenin getirdiği baskılayıcı ve merkezci sistem, "yararlı salakların askeri kalkışmasını" fırsata dönüştüren AKP ve Cumhurbaşkanı tarafından, yeniden hortlatılmıştır. 1992'den 2016'ya kadar, 24 yıl uygulama bulan üç dereceli ucube seçim sistemini, 2000'li yılların başında "tek dereceli seçime" dönüştürmeyi amaçlayan taslak hazırlatan AKP ve o taslağın sahibi olan RTE, 14 yılın sonunda, faşist rejimin sisteminin daha da gerisine düşmüştür. 676 Sayılı KHK, yalnız devlet üniversitelerini değil, vakıf üniversiteleri rektörünü belirleme yetkisini, mütevelli heyetin elinden almıştır. Yani vakıf kurucularının kendi mülkü üzerindeki hakları, ortadan kaldırılmıştır. Bu da Anayasanın 130 uncu maddesindeki “Vakıflar tarafından kurulan yükseköğretim kurumları, malî ve idarî konuları dışındaki akademik çalışmaları, öğretim elemanlarının sağlanması ve güvenlik yönlerinden, Devlet eliyle kurulan yükseköğretim kurumları için Anayasada belirtilen hükümlere tâbidir hükme aykırıdır.
KHK’lerle akademiya topluluğuna yönelik saldırı, topluca “görevinden uzaklaştırma” ve “görevinden çıkartma” olmuştur. İlk kullanım, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiri ile barış çağrısı yapan akademisyenlerin, emir ve komuta zinciri uyarınca başlatılan disiplin soruşturmalarının sonucu bile beklenmeksizin, KHK ile üniversiteden atılmalarında gerçekleştirildi. YÖK, kuruluşundan 2016 yılının Temmuz’a kadar ve hatta günümüzde, üniversite çalışanlarının disiplin işlemlerini ,Anayasaya,yüksek yargı kararlarına aykırı “korsan disiplin yönetmeliği” ile terör estirirken,bu kapının, Danıştay 8. Dairesi’nin 09.03.2016 gün ve 2016/1221 sayılı yürütmeyi durdurma kararı ile kapanması üzerine, kıyım ve tasfiyeyi, 15 Temmuz 2016’dan sonrasındaki KHK’lerin üzerine yıkmıştır. Akademiya topluluğunun, yargısız biçimde, KHK ile  mesleklerinden ve iş güvencesinden yoksun kılınması, eğer halen yürürlükte ise, Anayasanın 130 uncu maddesindeki “Üniversite yönetim ve denetim organları ile öğretim elemanları; Yükseköğretim Kurulunun veya üniversitelerin yetkili organlarının dışında kalan makamlarca her ne suretle olursa olsun görevlerinden uzaklaştırılamazlarhükmünün ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir.
Üniversite organlarına ilişkin düzenlemeler ile akademiya topluluğunun tasfiyesine yönelik işlemler, olağanüstü hali düzenleyen Anayasanın 121. Maddesinde yer alan “… Bakanlar Kurulu, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda, KHKler çıkarabilir” kuralına aykırıdır. Yani KHK, yalnızca olaganüstü hali gerektiren konularda çıkartılacaktır. “Allahın lütfu” diyerek kutsanan olağanüstü halin ilanını gerektiren gerekçe, Anayasanın 120. Maddesine dayandırılmıştır. Maddeye göre olağanüstü hal; “Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddi belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması” na dayandırılmıştır. 120 ile 121. Maddeyi birlikte okursak, kimi barışçı akademisyenlerin, 15 Temmuz’daki “yararlı salaklarca, başarısızlığa mahkum kalkışmadan yedi ay önce imzaladıkları “barış için çağrıda bulunan bildiriye imza atmak”, “akademiya topluluğunun rektör aday adayı altı kişiyi seçmek”, “vakıf üniversitelerinde rektör atamasının mütevelli heyetçe yapılması”  ve “Yükseköğretim Denetleme Kurulu üye sayısının onbeş yerine on üyeli olması” nın olaganüstü hali gerektiren konular olarak görüp, bu alanlarda KHK’ler çıkartmak, aklımızla alay etmenin, Anayasa ve yasaların ayaklar altına alınmasından öte bir anlam taşımadığının kabul edilmesi gerekmektedir. Bu fırsatçılıktan ve yasa tanımazlıktan hızla çıkılmasında büyük yarar bulunmaktadır.
22.11.2016


Bu makale, Cumhuriyet Gazetesi'nde yayımlanmak amacı ile yazılmıştır.23.11.2016

Prof.Dr.Mustafa Altıntaş
YÖK-YDK Üyesi
Eğitim-Sen Temsilcisi Olarak
532 513 39 52

“ALLAHIN LÜTFU” SİLAHLI KALKIŞMA İLE ÜNİVERSİTEYİ DE SARAYA BAĞLAMA
Türkiye’nin iç barışı, bölgesel ve küresel ilişkileri, bizzat siyasal iktidar eliyle, durdurulması olanaksız dalgalanmalara, çatışmalara, kargaşaya, krizlere sürüklenip durmakta. İkibinli yılların ilk on yılından sonraki süreç, her alanda dikiş tutturulmanın olanaksızlığının tanıklığına bizleri zorlamakta. Krizin tepe noktasını ise, 15 Temmuz 2016’da “Yararlı Salaklar” tarafından gerçekleştirilen ve başarısızlığa mahkum olması kaçınılmaz olan silahlı kalkışma oluşturdu. Bizzat C.Başkanı tarafından “Allahın lütfu” olarak kutsanan bu kalkışma,siyasal iktidarın kapısına bağlanmamış tüm muhalefetin tasfiyesine, hatta kırımına kılıf olmuştur. Kırım ve tasfiyenin silahı ise,  KHK’ler. Ben bu yazımda , bu silahın üniversitede nasıl kullanıldığını irdelemek istiyorum.
İlk kullanım, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiri ile barış çağrısı yapan akademisyenlerin, emir ve komuta zinciri uyarınca başlatılan disiplin soruşturmalarının sonucu bile beklenmeksizin, KHK ile üniversiteden atılmalarında kullanıldı. YÖK, kuruluşundan 2016 yılının Temmuz’a kadar ve hatta günümüzde, üniversite çalışanlarının disiplin işlemlerini ,Anayasaya,yüksek yargı kararlarına aykırı  “korsan disiplin yönetmeliği” ile terror estirirken,bu kapının, Danıştay 8. Dairesi’nin 09.03.2016 gün ve 2016/1221 sayılı yürütmeyi durdurma kararı ile kapanması üzerine, kıyım ve tasfiyeyi, 15 Temmuz 2016’dan sonrasındaki KHK’lerin üzerine yıkmıştır.
KHK silahının ikinci kez YÖK Sisteminde kullanılması, 03.10.2016 gün ve 676 Sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile olmuştur. Bu kararname ile iki düzenleme getirilmiştir. Bunlardan, ilki Denetleme Kurulu’nun oluşumunda değişikliğe gidilmiş, üye sayısı ondan onbeşe yükseltilmiş, atanmaları, kurumlardan YÖK’na aktarılmış, 6 yıllık üyelik süresi 3 yıla indirilmiş ve üç yılını tamamlamış olan üyelerin tümünün görevi sonlandırılmıştır.
Kamuoyunda asıl tartışılan, rektörlük atanmasını düzenleyen 13/a maddesinde yapılan değişikliktir. YÖK Sisteminde rektör atanması; 6 Kasım 1981’den 07.07.1992 gün ve 3826 Sayılı Yasa ile yapılan değişikliğe kadar, iki dereceli seçim biçiminde olmuştur. Sistemin kurucusu ve 11 yıl tek ve mutlak patronu olan İhsan Doğramacı’nın önerdiği dört kişiden işaret ettiğinin Devlet Başkanı(Evren ve Özal) tarafından atanması biçiminde gerçekleşmiştir. Bu tek seçicinin(Doğramacı) egemenliğindeki sistem, 07.07.1992 günlü 3826 Sayılı Yasa ile, üç dereceli kılınmıştır. Üniversitenin öğretim üyeleri, önce altı aday adayı belirleme zorunda idiler. Bu altı aday-adayı, YÖK tarafından, hiçbir kural,ölçüt ve etik değere bağlı olmaksızın  üçe indiriliyor ve üçten biri, yine belli olmayan ölçütlerle Cumhurbaşkanı tarafından rektör olarak atanıyordu. Bu üç dereceli ucube seçim sisteminin tek dereceli seçime dönüştürülmesi, akademiya topluluğunun uzun sure savaşım verdiği bir yöntem olarak varlığını 24 yıl sürdürdükten sonra, 676 Sayılı KHK ile, yeniden, 12 Eylül Faşist Yönetimin  ürünü olan yönteme döndürülmüştür. Getirilen düzenleme, rektörleri tümü ile saraya bağlamıştır. Akademiya topluluğu, tek dereceli seçim ile yöneticilerini belirlemek savaşımı verirken,ilk basamak seçiciliğinden de azledilmiş ve “sarayın gözdesi”ne teslim edilmiş olmaktadır. KHK ile değiştirilen rektörlük ataması sisteminin ilk uygulaması, aday olmayan birinin, akademiya topluluğunun yüzde 90 na yakın desteğini bulmuş önceki Boğaziçi Rektörü yerine atanması olmuştur. Ve, en  saygın ve etkin bir üniversitemizin iç barışı bozulmuştur. Yani kamu düzenini yeniden sağlamak amaçlı ilan edilmiş olan olağanüstü hal, varolan kamu düzenini bozmak yolunda kullanılmıştır.

Bununla da yetinilmemiş, 676 Sayılı KHK ile, vakıflarca kurulan üniversite rektörlerini belirleme ve atama yetkisine sahip olan mütevelli heyet de devre dışı bırakılarak, Devlet Üniversitelerindeki sistem, onlar için de geçerli kılınmıştır. Yani vakıf kurucularının kendi mülkü üzerindeki hakları, ortadan kaldırılmıştır. Bu da Anayasanın 130 uncu maddesindeki “Vakıflar tarafından kurulan yükseköğretim kurumları, malî ve idarî konuları dışındaki akademik çalışmaları, öğretim elemanlarının sağlanması ve güvenlik yönlerinden, Devlet eliyle kurulan yükseköğretim kurumları için Anayasada belirtilen hükümlere tâbidir hükme aykırıdır.
Gerek “Bu Suça Ortak Olmayacağız” adlı bildiri imzacılarının devlet memurluğundan çıkartılması yada açığa alınmasının OH gerektiren silahlı kalkışma ile ilgisi söz konusu değildir. Yanısıra Anayasanın 130 uncu maddesindeki “Üniversite yönetim ve denetim organları ile öğretim elemanları; Yükseköğretim Kurulunun veya üniversitelerin yetkili organlarının dışında kalan makamlarca her ne suretle olursa olsun görevlerinden uzaklaştırılamazlarkurala da açıktan aykırıdır. Bildiri, Ocak 2016’da imzaya açılmıştır. “Allahın lütfu” diye kutsanan silahlı kalkışma ise 15 Temmuz 2016’da gerçekleştirilmiş, olağanüstü hal kararı 20.07.2016’da alınmıştır. Olaganüstü Hal, Anayasanın 120 ve 2935 Sayılı Olaganüstü Hal Yasasının 3.maddesine göre ilan edilmiştir. Üniversiteler tarafından imzacı akademisyenlere atılmak istenilen suç “ideolojik veya siyasi amaçlarla kurumların huzur, sükun ve çalışma düzenini bozmak”  olarak tanımlanmaktadır. Bu atılı suçun da, ne Anayasanın 120 ve ne de 2935 Sayılı Yasanın 3. Maddesinde tanımlanan eylemlerle ilgisi söz konusu değildir.
Sonuç olarak; barış bildirisi imzacılarının ve iktidar kapısına bağlı kılınmamış sendika üyelerinin kırımı ve tasfiyesi ile, Yükseköğretim Yasasındaki değişikliklerin, OÜH ve KHK gerekçesi ile ilgisi bulunmamaktadır. Barış bildirisindeki imza ile,Yükseköğretim Denetleme Kurulu üyelerinin,sayısının, atama biçiminin “özgür demokrasi düzenini, temel hak  ve özgürlükleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerinin ciddi belirtileri yada kamu düzenini ciddi biçimde bozulması” olarak algılanarak, KHK’meler ile düzenlenmesi, aklımızın tutulması yada aklımızla alay edilmesi anlamı taşımaz mı? Bu KHK’in,parlamento tarafından tez elden ortadan kaldırılması, hukuk devletinin ve hatta yasa devleti olmanın asgari koşuludur.21.11.2016


13 Kasım 2016 Pazar

DEĞERLI PAYDAŞLARIM,
Dünyamızın da, bölgemiz ve ülkemizin de temel ekonomik,siyasal,toplumsal,kültürel ve etik sorunlarının temelinde, giderek yaygınlaşan ve derinleşen "bilgisizlik ve bilisizlik (cehalet)" yatmaktadır. Bilgisizlik ve bilisizlik, korkuyu  ve güce tapınmayı getirmektedir. Göreceli, okur-yazar oranında, ortalama okulda kalma yılları yükselmekte, bilgiye erişim kolaylaşmaktan yola çıkarak, bilgisizlik ve bilisizliğin azalması gerektiğini savunabilirsiniz. Ancak, gerçekler,bu önkabule uymamaktadır. Oysa ki, dünyamızda,bölgemizde ve ülkemizde insanlar birbirlerini öldürmekte, kitlesel öldürümler artmakta, insan haklarına saygısızlık bir hak olarak kabullenilmekte, evrensel hukuku kimse takmamaktadır. Bütün bunların temelinde, bilgisizlik ve bilisizlik bulunmaktadır. Örneğin, sizlerle yine bugün paylaştığım mektubumla ODTÜ gibi saygın bir kuruluşumuzda bile, beş üniversite çalışanına karşı işlenen hukuk cinayetini,yasa cinayetini ve bunun temelindeki bilgisizlik ve bilisizliği örneklemeye çalıştım.Oysa ki, bu hukuk ve yasa cinayetinin işlendiği kurumda, bu cinayete katkıda bulunanların isimlerinin önünde "prof.dr" etiketi bulunmakta. Demek ki, bilisizlik ve bilgisizliğin panzehiri, diploma değil, bilgisizlik ve bilisizliği giderici laik bir eğitim sisteminin süzgecinden geçmek gerekmekte.
Bilgisizlik ve bilisizlikle savaşmamızda en önemli katkıda bulunması gereken bilim insanlarımızın, yazar-çizer ve düşünürlerimizin, basın emekçilerinin gözaltına alınmaları, tutuklanmaları, yüzlerce yıla varan ağırlaştırılmış hapisle tehdit edilmelerinin altında hep, bilisizliğin/cehaletin egemenliği bulunmaktadır. Yazar ve çizerler hür sözcüklerin ve çizgilerin bekçileridir.Bu bekçiler ise, bilisizliğin can düşmanıdır. Dünyamız,bölgemiz ve ülkemiz bilisizliğin tutsaklığını yaşamakta ve bedelini,yoksul insanlarımız, canları ve kanları ile ödemektedirler.

Aşağıdaki paylaştığım öykü içinde kendinizi bulabilirsiniz. Türkiye'de kurumların nasıl çökertildiğini,niteliksiz muhterislerin nasıl kurumlara çöreklendiğini, cehaletin övgüye, bilgi ve yeteneğin sözgüye/yermeye konu edildiğini, Sevgili Dostum ve meslektaşım Prof.Dr.Ali Demirsoy'un kaleminden okuyabilirsiniz. Ve aradığımız çözümün nerede olduğunu da kavrayabilirsiniz. Bilgi ve yeteneğe öncelik tanımaksızın, daha da yoksullaşacağımızı, daha da katlanılmaz yaşam koşullara mahkum olmamızın kaçınılmaz olacağını görebileceksiniz.


TÜRKIYE’NIN ISTENEN DÜZEYE BIR TÜRLÜ ULAŞAMAMASININ BASIT BIR AÇIKLAMASI“ALI DEMIRSOY’UN YAŞAM ÖYKÜSÜNDE”
Prof. Dr. Ali Demirsoy, 2016.11.11
      Ben, 21 yaşımda çok iyi bir derece ile üniversiteyi bitirdim; 1978 yılında 33 yaşında biyoloji profesörü oldum. O dönemlerde 50 yaşında profesör olmak bile bir başarıydı. Ajanslarda (bugünkü söyleyişle haberlerde) bu durum (başarı) gün boyunca halka duyuruldu. İki yıl sonra 35 yaşında gerçek bir seçimle Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesine dekan oldum (1981-1982); yine ajanslar sabahtan akşama kadar fotoğrafımı da koyarak halka duyurdular. Bir bilim adamına yakışmayacağını bilmekle birlikte yazıdaki fikri güçlendirmek için şu övünmeyi de yapacağım:
      Türk ve İslam tarihinin çeşitli alanlarında en çok bilimsel kitap yazmış (zaman zaman da çevirilere editörlük yapmış) adamı, büyük bir olasılıkla benim. Kitapların nitelikleri tartışılabilir; ancak onlardan birkaçı bugün hala dünya standardının üstündedir diyebilirim (Genel Zoocoğrafya ve Türkiye Zoocoğrafyası Kudüs Üniversitesinde resmi olarak okutulmuş Türkçe kitaptır).
      Hiçbir yüksek lisan öğrencimin ya da doktorantımın yayınına adımı koydurmadım. Doktora öğrencilerimin çok büyük bir kısmını riske girerek kendi çalışma alanımın dışında Türkiye’de bir ilk olacak konularda çalıştırdım. Çoğuna çalışma sırasında proje desteği buldum. Hemen hepsinin yabancı bir ülkede bursbulmasına katılarım oldu. 
      Uluslararası Biyoloji Olimpiyatlarının TÜBİTAK gözetiminde ve desteğinde kurulmasını ve 14 yıl boyunca başarıyla yürütülmesini bir arkadaşımla birlikte yetkili yönetici olarak sağladım. 
      Yine TÜBİTAK desteğinde Bilim Okullarının ve Doğa Okullarının kurulmasına (bir ara ülke sathında sayıları 100’e ulaşmıştı) ikinci adam olarak önemli katkılarım oldu; eğitimlerini bizzat yıllarca yürüttüm. 
      Kemaliye’de ülkemizde örneği az bulunan oldukça zengin bir Doğa Tarihi Müzesinin kuruluşunu 4 arkadaşımla birlikte gerçekleştirdim. 
      Türkiye’nin sorunlarına ilişkin (Türkiye faunasının tespiti ve Türkiye doğasının korunmasına ilişkin) onlarca projeyi yürütücü olarak başarıyla tamamladım.
      Birkaç binin üzerinde bilimsel konularda konferans verdim. 
      TRT’ye kurgusu ve anlatımı bana ait olmak üzere çok beğeniler 5 belgesel yaptım; ayrıca birçok belgesel ve tanıtım sunumunda yer aldım.
      Bilimsel kitaplarımın haricinde roman, deneme, bilim kurgu, anı tarzında kitaplar yazdım. Anadolu’da unutulmaya yüz tutmuş 2.500 kelimeyi derleyerek bir sözlük haline getirdim. Birçok popüler ve sanat dergisinde onlarca bilimsel yazım oldu. 
      Anadolu’da Ağrı Dağı’nın son birkaç yüz metresi hariç bilinen büyük dağların çoğuna çıktım, biyolojik örnekler topladım; biyolojik örnekler açısından çok zengin bir bilimsel (bilimsel adları yazılmış) fotoğraf koleksiyonum oldu.
      Türkiye CİTES (Yabani Hayvan ve Bitki Nesli Tehlikede Olan Türlerin Uluslararası Ticaretine İlişkin Sözleşme) Fauna sorumlusu (1996—>2012) (TÜBİTAK) olarak karşılıksız görev yaptım.
      Türkiye Tabiat Tarihi Müzesi’nin TÜBİTAK nezdinde kurulması için birkaç öğretim üyesi arkadaşımla yıllarca çaba gösterip, planlarını çizdirdim (beklemeye alınmış). 
      38 yıl boyunca ÖSYM’de biyoloji sorularının yazımı, denetlenmesi ve sorumlu olarak son imzanın atılmasında görev yaptım (bu süre içinde denetlediğim hiç bir soru iptal edilmedi).
      Ziraat, diş hekimliği, tıp, çevre mühendisliği, gıda mühendisliği, antropoloji öğrencilerine çeşitli konularda lisans ve lisan üstü dersler verdim.
      Milli Eğitim Bakanlığı Orta Eğitim Biyoloji Ders programının geliştirilmesi ve Kitap Yazma Komisyonunda (AERGED) (1993-1995) uzman olarak Türk Eğitimine katkılarım oldu. 
      Birleşmiş Milletlerin Desteklediği "İzlanda, Gröland ve Kuzey Kutbu Oşeonografik ve Derin Deniz Biyolojisi Araştırması" projesine biyoloji uzmanı olarak 1974 katıldım. 
      Türkiye Biyologlar Derneği Genel Başkanı (Kasım/2002—2004) olarak mesleğime katkılarım oldu.
      Ülke çapında farklı zamanlarda (1998, 1999, 2000, 2001, 2002, 2003, 2004, 2005, 2006) yapılan 48 önemli kuruluşun katıldığı Türkiye'nin Sorunları ve Çözüm Konferanslarında Bilim Kurulu Başkanı olarak görev üstlendim.
      MTA Tabiat Tarihi ve Madencilik Müzesi Bilim Kurulu üyesi (1998—>) olarak katkılarım oldu. 
      13 bilimsel derginin uzun süre bilimsel hakemliğini yaptım. 
      Dünya bilimine 2 yeni cins, 18 yeni takson (tür ve alttür) bularak onları bilim dünyasınatanıttım.

Ödüllerim oldu
      Türkiye Tabiatını Koruma Derneği tarafından, 28 Mayıs 1996 tarihinde Türkiye Faunasına yaptığım katkılardan dolayı şeref ödülü
      Çevre Bakanlığını tarafından 1998 Birleşmiş milletler "UnepSasakavaEnviroment Prize" ödülüne aday.
      Çevre Bakanlığını tarafından 1999 Birleşmiş milletler "Global Environment LeadershipAward" ödülüne aday.
      Jeoloji Mühendisleri Odası "Jeoloji Mühendisleri Hizmet Ödülü" 16.Nisan 2003
      Ankara Fen Fakültesi Dekanlığı Tarafından, Hizmet Ödülü, 2003
      Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlarında (genel yayın: 950): Yaşamım ve dünyaya bakışım Doğaperest ”Ali Demirsoy Kitabı” adı altında 2006 yılında yayınlandı (daha sonra 2012 yılında Hacettepe Üniversitesi ilaveli ikinci baskısını yaptı).
      Türk Dil Kurumu ve Hacettepe Türk Dil Topluluğu tarafından Türk Diline Katkı Ödülü.24.11.2006
      TMMO. Jeoloji Mühendisleri Odası Hizmet Ödülü, 02.05.215.
      Dünya Kardeşlik Birliği Mevlana Yüce Vakfı tarafından Türkiye’nin en büyük 11 ilinde yaptırılan geniş tabanlı bir anket ile uluslararası katılımlı bir törenle 1 Kasım 2016 yılı bilim ödülü.
      Başka bilim adamları tarafımdan biri bitki olmak üzere bir yeni altfamilya, 2 yeni cins ve 14 yeni tür benim adım verilerek tanımlandı.

Başka ne yaptım
      Çeşitli burslar (örneğin DAAD, Humboldt) alarak başta Almanya olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinin araştırma enstitülerinde ve üniversitelerinde çalışmalar yaptım. 
      Herhangi bir kongre, yurtdışı eğitim ya da araştırma için ülkemin kaynaklarının hiç birini kullanmadım (ülkesinin kaynakları dışında kaç öğretim üyesinin bunu başardığını doğrusu öğrenme ilginç olacaktır). Hepsini yurtdışı kaynaklardan karşıladım. 
      Bu temaslarda o zamanlar önemli olan epeyi bir kişi ile tanıştım. Üniversiteme Humboldt Vakfı aracılığıyla büyük miktarlarda bilimsel kitabı ve o gün çok pahalı olan bilgisayar ve müştemilatı bağış olarak aldım; çok pahalı olan enzim ve hormonları bazı kimyasal maddeleri çalışma arkadaşlarımın çalışmaları için yine bağış olarak bu vakıftan edindim.
      Özellikle kısa süren (14 ay) dekanlığımda bu ilişkileri üniversitemin eğitimine ve araştırmalarına yansıtmak için büyük bir çaba içine girdim. Yaklaşık 300 küsur önemli yayınevi ile dergi alış verişi için anlaşmaya vardım. 
      O dönemlerde gümrüklerde yakalanmış mallar, kamu kuruluşlarına istek üzerine verilebiliyordu. Gümrük müsteşarı Ali Metin Yavuz hemşerim olması nedeniyle kapılarını bana açtı; üniversiteme eğitimde kullanılmak üzere yüzlerce televizyon, radyo, epeyi bir sayıda kullanılmamış araba, buzdolabı ve o gün ülkemizde kolay bulunmayan birçok malzeme daha aldım; gerisi de gelecekti.
      Almanya’da bulunduğum sırada DeutscheForshungGemeinschaft (Almanya’nın TÜBİTAK’ı denebilir) yöneticileri ile yaptığım gayri resmi temaslarda Antalya’da (o tarihlerde henüz Akdeniz Üniversitesi yasal olarak kurulmamıştı) yeni bir ortak üniversite kurmayı önerdim; prensipte sözlü olarak anlaştık. Bina yapımı haricinde her türlü desteği sağlayabileceklerini; dönüşümlü olarak Alman öğretim üyelerinin bu üniversitede ders verebileceklerini, araştırma yapabileceklerini; genç Türk araştırıcıların da Almanya’ya giderek bilgi ve görgülerini artıracaklarını, mesleki ilişkiler kurabileceklerini söylediler. Antalya şehir ve çevre olarak böyle bir ilişki için biçilmiş kaftandı. Yabancı konuklar (ve aileleri) için deniz kenarında yapılacak belirli sayıdaki lojman ya da konuk evi, gözde birçok bilim adamının ilgisini çekecekti. YÖK’ün o zamanlar ikinci adamı sayılan Sayın Prof. Dr. Gürol Ataman’a durumu ilettim. Çok olumlu karşıladı. O sıralarda Çukurova Üniversitesi gözetiminde Antalya’da yanılmıyorsam Ziraat Fakültesi vardı. Üniversite olabilmesi için Fen Fakültesi de kurulması gerekiyordu. Üniversitenin kurulabilmesi için Fen-Edebiyat Fakültesinin de kurulması yasal olarak gerekiyordu; ortak üniversitenin ilk adımının atılabilmesi için Fen Fakültesi’ne kurucu dekan olarak o günlerde Ortadoğu Teknik Üniversitesinde doçent olarak çalışan Sayın Doç. Dr. Ural Akbulut’u (daha sonra ODTÜ’sine rektör oldu) önerdik ve dosyasını hazırlayarak YÖK’e; Gürol Ataman’ın önüne götürdük. Dosyaya göz gezdiren Prof. Dr. Gürol Atama, ben böyle bir mükemmel dosyayı bu güne kadar çok az gördüm diyerek bu işinhalledilmesi gerektiğini söyledi. Ancak bir türlü atama işlemi gerçekleşemiyordu; çünkü YÖK’ün o günlerde Antalya’da gözde adamlarından biri “ODTÜ ve Hacettepe Üniversitesinden komünist çıkar; onları buraya sokmayacağız” diyerek karşı çıkar. 
      Dekanlığım sırasında Türkiye için tamamen yeni ve çok önemli iki projem daha vardı. Gerçekleşmiş olsaydı farklı bir Türkiye olabilirdi. Bunları ibret olsun diye sırasıyla kısaca vermek istiyorum.
      Birincisi H. Ü. İstatistik bölümünün yanı sıra bir yöneylem bölümü kurmaktı. Bu konuyu en iyi bilen ve o gün İstatistik Bölümü başkanlığını yapan Prof. Dr. Alaattin Kutsaldı.  Yöneylemin bir ülke için ne kadar önemli olduğunu vurgulayabilmek için (sunduğumuz projede de yer alan) şu örneği vermiştik: Almanya, Sovyetler Birliğine saldırdığında 1500 km cepheli çok başarılı bir tank savaşı yaptığı yazılır ve çizilir. Bunun nedenin Almanların yöneylem bilimini o günkü koşullarda en ustaca kullanmalarından kaynaklandığı bilinmektedir. Hangi tankın hangi zamanda nerede olacağı, ne zaman ne kadar yakıta gerek duyacağı; bu yakıtı nereden hangi aracılarla alacağı; farklı durumlarda ne kadar mühimmatta gerek duyacağı; bunları nereden sağlayacağı; yedek parçaların nasıl iletileceği; hangi depolarda olacağı; birbirleriyle ilişkileri nasıl sağlanacağı ve benzer onlarca soruyu anında karşılayacak bir sistemin kurulması yöneylemin konusuydu. En can alıcı kısmı ise bütün bunların Almanya’daki bir merkezden, bir odadan adım adım izlenip; idare ediliyor olmasıydı.
      Bu bilgiye sahip olmayanların durumu ile ilgili bir örnek verirsek: İran, Şah Rıza Pehlevi zamanında dünyanın sayılı hava kuvvetlerinden birine sahipti. İran Şahı ülkesinden ayrıldıktan kısa bir sürü sonra Irak ile savaş başlatıldı. Yaklaşık sadece İran’da bu savaşta 1,5 milyon insan öldü. Hava kuvvetleri başarı olamadı. Çünkü F serisi uçakların her biri en az 15.000 parçadan oluşuyormuş. Yedek parçalar depolarda yeterince bulunuyormuş; ancak savaş sırasında ne nerede kimse bulamıyor; hangi savaş aracına ne zaman nerede ikmal yapılacak; yedek parçalar nereden en hızlı şekilde sağlanacak? Hiç kimse ve sistem zamanında bunu sağlayamıyor. Dolaplar açılıp kapanıp malzeme aranırken ölen de ölmüş oluyor. Böylece İran gücünü kullanamadan büyük kayıp veren bir ülke olarak tarihe geçiyor. 
      İkinci önemli projem: H. Ü. Biyoloji bölümü eğitiminin yanı sıra bir Islah Bölümü kurmaydı. Bu yeni bölümde, kimyacılar, fizikçiler, istatistikçiler, ziraat mühendisleri, veterinerler, moleküler biyologlar ve geleneksel biyologlar birlikte çalışacaktı. O günlerde bir kilo domates, salatalık, kavun vs. tohumunun 1 kilogramının İsrail’den 30-40 milyar TL’sına ithal edildiği sık sık yazılıyordu.
      Hâlbuki ki Türkiye ve bu coğrafya özellikle birçok tahıl bitkisinin anavatanı olarak biliniyordu; yani ilk defa bu türler bu coğrafyada evrimleşmişti. Yabani formları, kullanabileceğimiz genler topraklarımızda bulunuyordu. Örneğin nohut, mercimek; birçok buğday ve arpa çeşidi; badem; kiraz, asma; lale başta olmak üzere birçok süs bitkisi; birçok tıbbi bitki bu toprakların öz varlıklarıydı. Kullanabileceğimiz büyük bir gen havuzumuz vardı. Geleneksel ve moleküler ıslah ile daha verimli, daha albenili, daha lezzetli, hastalıklara karşı daha dirençli yeni çeşit ve türler elde edilecekti. Aslında bir hazinenin üzerinde oturuyorduk. Türk ekonomisi hayal edemeyeceği bir kaynağa kavuşurken; yeni çeşitlere Türkçe adlar koyan Türk bilim dünyası da bunun onurunu yaşayacaktı. Aysberg marulunu, Washington portakalını, Starking elmasını, Satsuma mandalini, Napolyon kirazını, Amerikan bademini ve benzer onlarcasını yerken; Hollanda lalelerini satın alırken doğrusu nefesimin tıkandığımı söyleyebilirim.
      H. Ü. İstatistik Bölüm Başkanı rahmetli Prof. Dr. Alaattin Kutsal denetiminde hazırladığımız Yöneylem Bölümü projemizi bütün çabalarımıza karşın YÖK’ün atadığı yöneticilerimize bir türlü anlatamadık. Büyük bir olasılıkla yöneylem sözünü ilk defa bizden duymuşlardı. Çeşitli nedenlerle bir türlü gündeme sokmadılar. Yönetimden uzaklaştırılmış olmam nedeniyle bu proje de rafa kaldırıldı. 
      Islah Bölümü için hep bir ağızdan çok iyi olur çok iyi olur denmesine karşın, bu bölümde yeni çeşitler ve türler üreteceğiz sözü, açık açık dile getirilmemiş olsa da, şuur altında Tanrı’ya şirk koşma olarak değerlendirilmiş olmalı ki bir türlü gündeme ciddi olarak getirilmedi. Zaten bu projenin sunucusu olan ben adı arşa çıkmış bir evrimciydi; evrimciler de çoğunluk ateist olur saplantısı iliğimize işlemişti. Yeni türler, yeni çeşitler sözü; doğada olmayan, Tanrı’nın bize lütfetmediği yeni canlı tasarımları yapma birçok tutucu çevreyi ürkütür düşüncesi ile o günlerde yapılmakta olan ve yılan hikâyesine dönen “ şu güzel sanatlar binasını bir bitirelim; ondan sonra sıra size gelecek” nakaratı ile savsaklandı ve hevesimiz  “deyim yerinde ise” kursağımızda bırakıldı.
      Aradan bunca zaman geçti düzeldi mi dersiniz? 2006 yılında 4 meslektaşım ile birlikte giderlerinin önemli bir kısmı bize ait olmak üzere Erzincan/Kemaliye kasabasında mütevazı; ancak bir kasaba için marka olabilecek bir doğa tarihi müzesi kurduk. Amacımız, çevre illerinde okumakta olan öğrencilere dünyayı tanıtmak, kasabanın biyolojik zenginliğini sergilemek, kasabaya nitelikli turist çekmek, yaban hayatının bozulmadığı bu yörede güçlü bir çevre bilinci yaratmaktı (bunların hepsini de başardık). Ancak geçimini, safahatını, gelirini din simsarlığından edinen çevreler kurdukları televizyonlarda, kaynağı kuşkulu olan kitaplarında, Ali Demirsoy’un bu müzeyi evrim fikrini aşılamak için kurulduğunu akşam sabah işleyerek kara propaganda yapmaktadırlar.

      Dünü tekrar ederek bir yere gidemezsiniz. Yeni fikir ve girişimlere gerek vardır. Geleneksel görüşe karşı çıkanlar arasında yaratıcı insanı aramalısınız. Bunu yapacak adamları dünya görüşleri ne olursa olsun yönetimde tutarsanız ya da yönetime getirirseniz adım atabilirsiniz. Yandaşı getirirseniz belirli bir süre önemli atılım yapar gibi olsanız da bir zaman sonra olduğunuz yerde dönmeye başlarsınız ve önce huzursuzluk; sonrasında da terör üretirsiniz.
      Bilimden ve bilim adamından korkan bir ülke olur mu? Olur. Bunu bizzat ben yaşadım ve gelecek kuşaklara yol göstersin ve onlara bilgi notu olsun diye bu yazıyı kaleme aldım.
Benim yapabileceklerim her şey böylece sonlandı.
      Benim büyük bir şevk ve istekle girdiğim H. Ü. Fen Fakültesini yenileme ve geliştirme projem, dekan seçildikten 14 ay sonra YÖK’ten gelen bir yazı ile bir daha açılmamak üzere kapatıldı. Çok defa fakültenin öğretim üyelerine oy kullandırıldıktan sonra rektörün istediğiniatadığı günümüzdeki maskara seçimlerle değil, gerçek seçimle geldiğim dekanlığım 14 ay sonra,hiçbir neden belirtilmeden YÖK kararı ile sonlandırıldı. Fakültelere gelen dekanlar kimlerdi? Onları söylemeye burada gerek yok. O tarihten sonra üniversitelerin dili karnına kaçtı. Baş sallayarak bir yerlere gelmeye çalışan, ülkenin hiçbir sorununa ciddi bir şekilde eğilmeyen, olaylara tepki gösteremeyen, yöneticilerinin seçiminde oy verdiğini zannederek avunan, kendini birkaç makalenin içine hapsetmiş bir zümre türedi.Bir yerde konuşma yapmak için ya da bir konuda fikir beyan etmek için ya da bir derneğe üye olabilmek için rektörlerden yazılı izin alma zorunluluğu getirildi. Hatta kendi meslek kuruluşlarımıza bile izinsiz üye olamıyorduk. Suskun ustadan suskun çırak olacağı için yetişen –günümüz- genç akademisyenleri de bu yolun yolcusu oldular. Hâlbuki ki bu coğrafyanın konuşan, düşünen, yorum yapan insanlara büyük ihtiyacı vardı.
      Topluma doğru fikir verecek ve yaratıcı beyinler üretecek en önemli yer üniversitelerdir. Üniversite ülkeyi yönetmez; yönetenlere yol gösterir, bilgi verir, gelecek için neler olabileceğini yorumlar, seçenekler sunar; yönetenler bu seçeneklerin içinden isterlerse en uygununu alır ve kullanır. Eğer üniversiteler içine kapanmış ise, öğretim elemanları korkak ve kabuğuna çekilmiş ise, ülkenin sorunlarıyla ilgilenmeyi tehlikeli bir alan olarak görmeye başlamış ise deniz bitmiş; yöneticilerin bilgi kaynağı tükenmiştir. Yönetimler artık pusulasız yol almaya mahkûm olmuştur (pusula kullanmayı bilen yönetimler için bu yorum geçerlidir). Kolektif düşünme bitmiş; tek adam devri başlamıştır. Baş sallayıp maaş alanların devri başlamıştır. Nitelik alt sıralarda aranan bir özellik olmuştur. Lidere tapınma, yaranma ve ne söylerse söylesin tartışmasız boyun eğme ortak özelliğimiz oldu. Sonuçta toplumları felakete sürükleyen tek boyutlu insan topluğu ülkemizin genel yapısı oldu.
      Bir üniversitenin başarısı barındırdığı bilim adamlarının niteliği ve becerikli insanları ile gerçekleşir ve dünyada bu özelliklerle tanınır. Bu kurumlarda gerçek öğretim üyesi kimliği ile çalışanların kararları, öğretim üyelerinin (kendilerinin) taşıdıkları kimlikleriyle (dinleri, inançları, ekonomik modelleri, ırkları, akrabalıkları, sosyal ilişkileri ile) kesin bağlantılı olamaz; hatta toplumun düzenini bozmamak kaydıyla yasalarla sınırlanmış da olamaz. Siyaset,şovenizm, yandaşlık, ırkdaşlık, dindaşlık üniversitelerin nizamiye kapısından içeriye girmemelidir. Herkes kendi kimliğini üniversitenin nizamiyesinden girerken bırakıp içeri girmeli; çıktığında ise isterse giyebilmelidir. Eğer yönetim olarak bu kurumları siyasi tercihlerinizin işleneceği yerler olarak görürseniz, kesinlikle bir gün çıkmaz sokağa girersiniz. Doğacakkarmaşadan çıkabilmeniz ise yıllar ve kuşaklar alır.
      Türkiye 15 Temmuz 2016’da bu çıkmaz sokağa nedensiz girmedi. Şu anda rektörlere verilen yetki, bulunduğu üniversiteyi kendi dünya görüşü doğrultusunda düzenleyebilecek kadar güçlüdür. Zaten rektör atamalarında siyasilerin üniversite öğretim üyelerinin oy tercihini dikkate almasını gerektirecek yasal bir zorunlulukları yoktur. Yani bir cumhurbaşkanı rektör atama yetkisi ile tüm üniversiteleri kendi dünya görüşü doğrultusunda organize edebilir. Böylece bütün üniversiteler hep bir ağızdan aynı şeyi söyleyen kurumlara dönüştürülebilir. 1980’li yılların sonunda YÖK’te bazı kişilerceH. Ü. Fen Fakültesi dekanı olarak atanmam için teklif komisyona getirildiğinde, uzun bir tartışmadan sonra o zamanki rektörümüz, kendisini severim, belki de en çok güvendiğim adamdır; ancak “düşündüğünü söyleyen bir adam olduğu için onunla çalışamam” diye öneriyi 4 saatlik tartışmadan sonra ret ettirmiştir. Rektör görüşünde ve beyanında tamamen haklıydı. Üniversitelerde görüşünü açıklayan öğretim üyeleri değil, kendisine söylenenleri yapacak insanlar aranıyordu. Komisyon da rektörümüzü haklı görmüş olmalı ki gereğini yapmış.Hâlbuki farklı görüş ve seslerin en çok çıkacağı yer üniversiteler olmalıdır.
      Çeşitlenme ortadan kalkınca, seçenek azalır ve bir gün ülke çıkmaz sokağa girer. 1982 yılından bu yana, dünya bilim ve siyaset tarihine “dünya bilim tarihindeki garabetler başlığı altında” geçecek bu ucube sistemle bu günlere geldik.
      İnsan ister istemez zaman zaman kendine soruyor. Acaba “gerçek bilim adamı olma ve düşündüğünü söylemenin ötesinde” ne kusurumuz vardı ki bu ülkenin önde gelenleri benim gibi olanları olabildiğince yetkili yerlerden uzak tutmaya çalıştı. Zaten insan kaynağımız kıt; eldekini kullanmayı niye tehdit olarak görürlersağlıklı bir mantıkla anlamak mümkün değil. Bir insanın kendinden daha bilgili ve yetenekli biri ile çalışmasının bir insana verilmiş en önemli bir şans olduğunu neden bu millet bir türlü anlamadı. Aslında cumhuriyet düşmanlarının ve köktencilerin ağızlarında sakız ettikleri yaşanan bütün darbeler, aslında ileri sürdüklerinin tam tersine köktencilerin değil, konuşan, düşünen, yeni fikirler getiren insanların yediği darbelerin öyküsüdür.
      Türkiye’nin Irak, Afganistan, Tunus, Lübnan, Mısır ve Suriye politikalarının yanlış olduğunu başından bu yana savunan ve yönetimi uyaran insanlar sanki yönetim düşmanı gibi görüldüklerinden sesleri şu ya da bu şekilde kesildi. Büyük yetkilerle donatılmış rektörlerini atayan bir cumhurbaşkanının fikrine karşı çıkmak, bir öğretim üyesi için, ipi boynuna geçirmek demekti. Niye her gün batağa saplanıyoruz, işte bu nedenle… Ben 2012 yılında emekli oldum; ama şimdi anlıyorum ki ben ve benim gibiler 1980 yılında emekli olmuşuz da haberimiz yokmuş…
      Türkiye’de iki önemli üniversitenin kuruluşuna imza atmış, elini taşın altına koymuş; birçok şirket ve tesisi bu ülkeye kazandırmış; becerikli, girişken Sayın Prof. Dr. İhsan Doğramacı ne yazı ki “o da bugünkü iktidar gibi, kısa süreli çıkarları için” bu ülkeye ivme kazandıracak insanları kıyma makinası gibi doğradı ve doğrattırdı. Üniversiteleri ağzı olan; ancak dili olmayan, şamar oğlanlarına çevirdi. Öğretim üyelerinin üniversitelerden “nedenini bile sorması yasaklanmış olarak; yargıya gitme hakkı kısıtlanmış olarak” atılmalarını ve yıllarca bir üniversitede kendi olanakları ile araştırma birimlerini ve ekibini kurmuş öğretim üyelerinin, gözde olmayan, olanakları kısıtlı üniversitelere sürülmesini vatanın kurtuluşu olarak sundular. Topun ağzında olanlar ve zarar görenler, çoğunluk çarpık düzene karşı çıkanlar oluyordu. Dolayısıyla ülkemiz için doğabilecek tehlikeleri sezinleyip uyaracak adam sayısı gün be gün azaldı. Sadece dış politikamızdaki çarpıklık ve çıkmazlar bile bu maskaralığın sonucudur. Hâlbuki doğruyu bulmanın en etkili yolu eleştiri kapılarını açık ve güvenli tutmaktır. 
      Güçlü ve yetenekli liderlerin zaman zaman ülkelerinin gelişmesinde önemli bir yeri olduğu bilinir. Ancak yine de hiçbir toplum tek insanla ve tek kitapla uzun süre bir yere gidememiştir. Sağlam temellere oturtulmuş toplumsal bellek ve toplumsal düşünme yetisi, istenmeyen sonuçların olasılığını azaltır. Sonuçta bu ucube uygulamalar ile iyi yetişmiş önemli bir kesimin bilgi birikimi ve deneyimi heba oldu.
      Bütün bunları niye yazdım diye merak ediyor olabilirsiniz. Bu yazıda kendimi tanıtma ya da övme gibi kesinlikle hiçbir amacım olmadı; zaten yaşım ve emekli olmam nedeniyle buna gerek de bulunmamaktadır. Ancak her vatansever gibi benim de içim sızlıyor. Bu ülke için yüreği çarpan, genç, dinamik, ilişkileri bakımından önemli şeyleri başarabilecek, başında bulunduğu kurumu bir yerlere yüceltebilecek insanları dünya görüşleri nedeniyle görevden alıp, yerlerine onun bunun adamını, daha çok da söyleneni anında düşünmeden yapacak adamları getirmenin sonuçlarını acı bir şekilde bizzat yaşadık; yaşıyoruz. Bu sorunları bekliyorduk. Çünkü ne yapıyorsunuz diyen adam kalmamıştı. Hiçbir partinin, hiçbir cemaatin, hiçbir örgütün, hiçbir ekonomik modelin, hiçbir kökten görüşün adamı değildik; sadece bir bilim adamıydık; bu bizim yirmilik diş gibi sökülüp atılmamıza zemin hazırladı. En güçlü olması gereken tarafımız en zayıf tarafımız oldu. Benim gibi insanların yetkili görevlerden uzaklaştırılması ile fikir beyan eden insanlardan temizlenen yolda, güçlülere ve ömrü desise ile geçen insanlara selam verilme zamanı gelmiş olmalı ki YÖK’ün en güçlü ve yetkili kişisi,benim gibilerin bu ülkeye olan fikri göbek bağının kesilmesine sessiz kalırken ya da bizzat keserken, Fetullah Hoca’ya kendi yaşam öyküsünü anlatan kitabın iç kapağına el yazısıyla “aşağıdaki sözcükleri yazarak” postaya veriyordu. Atasözleri boşuna söylenmemiştir: Hoca osurursa, cemaat sıçar.


Değerli Kardeşim
      Herkes sorunlarımıza bir neden arıyor ve çoğu bir cepheden de haklı çıkıyor. Bizim dışımızdaki gelişmeleri örnek olarak vermek kolay geliyor. Bu nedenle çoğumuz ona buna yapılanları anlatmakla yetiniyor. İzin verirseniz, bu gün bu hallere neden düştük sorusunu, bütünü parçalara ayırarak; hatta bir molekülüne kadar ayırarak; yani benim başıma gelenlerden (üzerime oynanan oyunlardan) yola çıkarak açıklamaya çalışayım. Eminim bu yazıyı okuyan bu ülkenin aydın ve gerçek milliyetçi insanları bu yazının bir kısmında kendilerini de bulacaklardır. 
Saygılarımla


Aydın Engin, Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından. Cumhuriyet'i susturmak amaçlı olarak , FETÖ'cülükten sanık savcı eliyle gerçekleştirilen son saldırıda, "gerçek gazetecilik yapma suçunu(!) işlemiş olmaktan" ötürü gözaltında tutulmuş, sağlık ve yaşı nedeni ile, gözetimli olarak tutuklanmadan yargılanan bir basın emekçisi. Birkaç gün Cumhurun başkanı/reisi'nin El Cezire TV'de "Türkiye'yi özgürlüklerin sınırsız yaşandığı, huzurun sonsuz olduğu ülke" olarak nitelemesinden duyduğu övüncü ve sevinci(!) biz okurları ile paylaşan yazısını ben de sizlere ileterek, bu övünç ve sevinçten nasiplenmenizi amaçladım.
Hiç bu kadar özgür olmamıştınız
13 Kasım 2016 Pazar
Halimizi bir görseniz...
Gazete yazarları arada bir sıkışırlar, yazacak konu bulamazlar “Acep bugün ne yazsam” diye kıvranırlar.
Bugünlerde ben de kıvranıyorum. Ama “Ne yazsam” diye değil, “Hangisini yazsam, hangi birini ele alsam” diye kıvranmaktayım...
Neredeyse Küçük Menderes ovasındaki çocukların oyunda ebe seçmek için kullandıkları yönteme başvuracağım, “Om bom portakali, semali vali kapleme do, kaleli kaleli zerden tee lo” diye sayıp “ebe konu”yu seçeceğim.
Tabii bana kalsa Cumhuriyet’e yönelen rezil saldırıdan ve Silivri’deki 10 arkadaşımı yazacağım. Hep yazacağım. Bıktırmacasına yazacağım. Hasretimi, öfkemi, Silivri’de çarpan yüreğimi anlatacağım.
Gel gör ki yeni başbelası Donald Trump’ı ya da AKP – MHP nikâhını (“Erdoğan – Bahçeli nikâhı” diye de okuyabilirsiniz) görmezden gelmek mümkün değil. Dahası FETÖ’cülerin kıyısından bile geçmemiş, tersine çoğu FETÖ ve benzeri “siyasal Islam” güçlerinin karşısına dikilmiş yüzlerce derneğin kapatılmasını, HDP’nin parlamentodan kazınmasına ve böylece Kürt yurttaşlara siyasal mücadele zemininin yasaklanmasına giden süreci gözardı etmek mümkün mü?
Derken...
Evet, derken cumhurumun başkanı El Cezire televizyonuna konuştu. Kendisi için “diktatör” diyenlere cevap verdi:
“... Biz hiçbir şeye yasak getirmedik. Türkiye, yasakların olduğu bir ülke olmamıştır. Türkiye son yıllarda, son 14 yılı bir kenara koyuyorum, hiçbir dönemde bu kadar özgür, bu kadar huzurlu, bu kadar rahat bir dönemi yaşamamıştır.”
Konu seçmekten anında vazgeçtim. Çünkü konu geldi bana çarptı.
***
Ey cumhurumun başkanı, siz çatal dillilere, bu sözlerinizle dalga geçenlere asla kulak vermeyin. Çünkü yerden göğe haklısınız.
Buyurduğunuz gibi, elbette Türkiye hiçbir dönemde bu kadar özgür olmamıştı...
Tabii Türkiye sizseniz.
Türkiye sizden ibaretse ve o Türkiye’de biz yoksak...
Çok haklısınız, Türkiye sizin bir dediğinizi iki etmeyen AKP tayfası ise kesinlikle Türkiye hiçbir zaman bu kadar huzurlu, bu kadar rahat bir dönem yaşamadı, yaşamıyor...
Elbette haklısınız, FETÖ ile bağı olmayan, darbe girişiminde yer almamış ama açığa alınmış, mesleğinden ihraç edilmiş öğretmenler, akademisyenler, yargıçlar, memurlar, size biat etmemiş gazeteciler, aydınlar Türkiye değil ki. Türkiye anlaşılan sizsiniz. Elbette Türkiye (yani siz) hiçbir dönemde olmadığı kadar rahat, huzurlu ve özgürsünüz...
Ayakkabı kutularınızla, medyanızla, HES, havalimanı, Boğaz’a paralel kanal ihalelerini engelsiz, rakipsiz alan iri kıyım müteahhitlerinizle, Rıza Sarraf’larınızla hiçbir dönemde olmadığı kadar rahat, huzurlu ve özgür...
***
Yazı bitti; diyeceğimi dedim.
Sonra arkama yaslandım ve durup dururken ve nedense Nâzım Hikmet’in bir şiiri geldi aklıma.
“... vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa/ ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,/ vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa/ vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığınızdan/ ben vatan hainiyim...”
Prof.Dr.Mustafa Altıntaş
ODTÜ Üniversite Disiplin Kurulu Üyesi
(Eğitim-Sen Temsilcisi)
Büklüm Cad.Divan Apt.36/2
Kavaklıdere / Ankara
0532 513 39  52
"maltintas@gazi.edu.tr"



Sayın Prof.Dr.Mustafa Verşan KÖK
ODTÜ Rektörü ve Üniversite Disiplin Kurulu Başkanı ve Üyeleri

ODTÜ Disiplin Kurulu Sayın Başkanı ve Üyeleri
8 Kasım 2016 günlü, 2547 Sayılı Yasanın 53/a maddesine göre Üniversite Disiplin Kurulu(ÜDK) olarak da görev yapan Üniversite Yönetim Kurulu toplantısına, üyelerimize yaptığınız Sendika Temsilcisinin katılımının sağlanması isteminiz üzerine, disiplin dosyaları görüşülecek sendikamız üyeleri Mert Kükrer, Çağlar Dölek, Deniz Erdem ve Ekin Erdem Evliya adına, "Eğitim-Sen Temsilcisi"  olarak katıldım. Katıldığım, ancak yaptığım usule ilişkin istem ve itirazlarım karara dönüştürülmeyen ve imzamı da içerecek biçimde tutanağa bağlanmayan ve bu nedenden de yargı önünde mahkum olması kaçınılmaz olan, bu oturuma ilişkin görüş ve karşı çıkışlarımı, bundan sonraki hukuka ve yasaya aykırı işlemlerinizin önünü kesmeye yardımcı olmak amacı ile size iletmeyi, kıdemli bir meslektaşınız olarak görev bilmekteyim.
Çünkü, günü gelende, "hukuka sığınma gereği, hukuk devletine saygı gösterilmesi" sizler için de bir gereklilik olarak ortaya çıkabilir. Böyle bir durum olduğunda, kendinizin üreticisi yada uygulayıcısı olduğunuz hukuk dışılıklar, hukuk ve yasa kurallarını çiğnemeniz, hukuka sığınma isteminizin engeli olarak karşınıza çıkartılabilir. Uzun meslek ve YÖK sürecinde görev yapan birinin deneyimlerinden çıkardığı sonuçtur. Söylemek istediğim, kendi ayağınıza kurşun sıkma konumuna düşmeyindir.
Sayın Başkan ve Üyeler
Toplantınıza, temsilcisi olduğum Eğitim-Sen Ankara 5 Nolu Şube Başkanlığı’nın Rektörlüğünüze ilettiği 07.11.2016 gün ve 2016/800/173-174 ve 175 sayılı bildirimi üzerine katıldım. Şube Başkanlığımız bu yazılarında, disiplin soruşturması dosyalarının Temsilcileri(benim) tarafından incelenebilmesi için, ertesi gün yapılması üyelerimize bildirilen toplantının ertelenmesi isteminde bulunmuştur. Ancak bu istem dikkate alınmaksızın ve ÜDK Başkanı olarak tarafıma yapılması gereken çağrı ve iletilmesi gereken gündem olmaksızın, dosyası görüşülecek üyelerimizin ısrarı ve istem ile itirazlarımızı bu kez sözlü olarak iletmek üzere, herhangi bir hazırlık yapmaya olanak bulmadan ve  dosyalar hakkında bilgi sahibi olmaksızın anılan ÜDK toplantısına katılma durumunda kaldım.
Söyleşi toplantısından başka bir anlam taşımayan bu toplantıda, genel bir bildirimde bulunmam amaçlı, bana söz vermeniz üzerine, “gündem ve dosyalar hakkında bilgim olmadığını, bilgi sahibi olmaksızın düşünce sahibi olunamayacağını, dosya sahibi üyelerimize de istemelerine karşın dosyalarını inceleme olanağının verilmediğini belirterek, toplantının ertelenmesini” önerdim. Bu istemim, hukuka saygının en çok gözetildiği üniversite olduğunuz biçimindeki önyargımı, ön-kabulümü alt-üst edecek bir yanıtı, Kurulunuz üyesi olmayan, izlenimime göre, Hukuk Danışmanızdan aldıklarını aktarma görevi verilmiş bir memurenizin “dosyalar gizlidir, ancak ceza verildikten sonra incelenebilir” biçimindeki yanıtı kanımı dondurdu. Bu yanıt bende “Engizisyon Mahkemesi önünde miyim, acaba”  kuşku ve ürküntüsünü yarattı. Bu Hukuk Danışmanı(!)’nın gölgesi , YÖK-YDK’dan usulü eksiklikler gerekçesi ile geri çevrilen ve hukuka aykırı bulunarak iptal edilen kararlarınız öncesinde, önceki yönetim dönemindeki görüşmelerimiz sırasında da karşıma çıkartılmış, haklı çıktığım karşı çıkışlarımı dillendirmem sırasında,  “ama bunları bizim hukuk profesörü danışmanımız(!) söylüyor” denilmişti Bu hukuk danışmanınıza, YÖK-YDK’nun kararı gerekçeleri iletilirse, eğer mesleğine saygısı var ise, sanırım hukuk profesörlüğünü de, hukuk danışmanlığını da “benim aklım bunlara ermiyor” diye bırakır.
Dileğim, bu yanıtı veren hukuk profesörü danışmanların ve bu yanıtı olumlayan sizlerin bu anlayıştaki kimselerin eline ve önüne zanlı olarak düşmemenizdir. Ciddi bir kurul, ciddi bir iş yapmak isteği ve istencinde ise, öncelikle, kendi Hukuk Danışmanını orada hazır tutmalı, içine düştüğü kimi hukuksal açmazların çözümünü aramalı idi. Bu söyleşide ÜDK üyelerinden en çok dillendirilenin, yaptığım hukuksal ve yasal açıklamalara karşı “bizler hukukçu değiliz, bu itirazlarınızı değerlendirecek durumda değiliz” oldu. Sizlere sormak isterim; “ilgisiz ve bilgisiz olduğunuzu açıkladığınız bu disiplin işlemleri üzerine nasıl hüküm kurmaktasınız?”. Bu sizleri hiç rahatsız etmiyor, uykularınızı kaçırtmıyor, duyunçlarınızı sızlatmıyor mu? Bir ara, yapılan hukuk ve yasadışılıkları meşrulaştırmak ve güçlendirmek için resmi hukuk profesörü danışmanınızın yanına, Prof.Dr. Metin Günday’ı da ekleme gereğini duydunuz. Anlaşıldığı kadarı ile, yüzyılımızın ilk onlu yıllarında izlediğimiz “vekalet savaşları, vekaleten terör” benzerleri, kimi hukuk danışmanları eli ile, üniversitelerimizin disiplin kurullarında uygulamaya konulmuş. Yol göstericilikleri ile sizleri, kurum olarak da, kurul olarak da mahkum ettiren ve kurum ve kurul üyeleri olarak sizleri küçük düşüren bu türden hukuk danışmanlıklarından kurtulmanızda yarar olduğunu düşünmekteyim. Yapılanların hukuka, yasaya,etik kurallara,yüksek yargı kararlarına aykırı olduğunu bilebilmek için, hukuk alimi,uzmanı olmaya gerek yok. Okur –yazar ve okuduğunu anlamak yetisine sahip olmanın yeterli olduğunu düşünmekteyim.
Ancak bu önerim hakkında bir karar verilmeksizin, sohbet anlamı taşıyan söyleşi ile, yapılan işlem konusundaki hukuka, yasaya, yönetmeliklere, yerleşmiş yüksek yargı kararları hakkında bilgilendirmelerde bulundum. Toplantı söyleşinin ötesine geçmedi. Açıklamalarımın yeterliliği sonrasında, benden Kuruldan ayrılmam isteminde bulunuldu. Ben bunun üzerine, öneri ve istemlerimin karara dönüştürülmesini ve bu kararda benim de oy kullanacağımı ve bu kararın özet bir tutanağa dönüştürülerek, ben dahil katılanların imzasını taşıyan tutanak örneğinin tarafıma verilmesi isteminde bulundum. Bana bu kez de” ama bizim böyle bir uygulamamız yok, biz önceki temsilcileri de oy ve karar sahibi olarak kabul etmedik” yanıtı verildi. Yani, uygulamanızı, önceki dönemlerde yaptığınız hukuk ve yasa dışılıklar ile savunmaya giriştiniz. Bunu, hukuka ve yasalara uymanın yaşam biçimine dönüştürülmesi çabası içinde olması gereken üniversitelerimizin içinde sürüklendikleri düzeyi değerlendirmenize sunmak isterim.
Sizin ve öteki ÜDK üyelerinin de, kamu görevlisi olmanız nedeni ile, etkilendiğiniz bir “Kamu Görevlileri Hakemleri Kurulu Kararı” var. Bu kararda sendika temsilcilerinin Disiplin ve Yüksek Disiplin Kurulu toplantılarına katılacakları kurallaştırılmış bulunmaktadır. Katılma söz ve karar sahibi olmayı gerektirmektedir. Söz ve karar sahibi olmaksızın katılmanın ne üyelerimize ve ne de hukuka uygun bir kararın çıkmasına katkısı olabilir. Size önerim, şimdiye kadar eğer bu kurala uymamış iseniz, bunu düzeltmenizdir. Üyelerimiz için disiplin cezası önermelerinizi geri çeviren YÖK-YDK’nun kararlarına bakınız. Orada ismimi,imzamı ve karşıoy gerekçemin yer aldığını göreceksiniz.

Bunları, yazılı biçime getirerek, belgeliklerinize katkıda bulunmak ve ceza-sever, bilisizliklerini itiraf eden yöneticilere yol göstermek, onları da hukuka ve yasalara uymaya yönlendirmek amacı ile yazıyorum.
Kurallara uyulmaksızın yapılan ve “söyleşi” ötesinde bir anlam içermeyen toplantıda, siz ve bir Sayın Üye,”atılı suçlamalara ilişkin benim kişisel tepkimi” sordu. Ben ise, “bu atılı suça konu olan gençleri çağırıp, okşayıcı iki tokat atıp, “hadi bakalım işinize dönün” benzeri bir yanıt verdim. Bu soruya verdiğim yanıtın ötesinde, bu sorunuza karşılığı, söz ve karar sahibi olarak katıldığım ve altında imzam da bulunan YÖK-YDK Mert Kükrer kararında şöyle vermektedir :”Kurulumuzda, konuya ilişkin yapılan açıklamalardan sonra yapılan görüşmeler neticesinde; ODTÜ’nde 19.12.2014 tarihinde promosyon görüşmelerini protesto etmek amacıyla Eğitim-Sen üyelerinin toplandığı ve Üniversitenin tüm birimlerinin dolaşıldığı, bu sırada yaşanan olaylar nedeniyle REKTÖRLÜĞÜN YATIŞTIRICI  VE UZLAŞMACI BİR YAKLAŞIM SERGİLEMESİ GEREKİRKEN, OLAYIN SORUŞTURMA BOYUTUNA TAŞINDIĞI, Kamu Görevinden Çıkarma Cezası’nın yaptırımı ve sonuçları dikkate alındığında, hakkında soruşturma yapılana isnat edilen fiilin HİÇBİR ŞÜPHEYE MAHAL VERMEYECEK NİTELİK VE DERECEDE ORTAYA KONMASI GEREKTİĞİ, İLGİLİLERİN SORUŞTURMA ESNASINDA VE DAHA SONRA ALINAN BEYANLARINDA soruşturmanın yapılma şekline itirazlarının olduğu, söz konusu eylem promosyon için yapılmış olmasına rağmen EYLEME KATILAN DİĞER SENDİKA ÜYELERİNİN İFADELERİNİN ALINMADIĞI ve YALNIZCA ÖĞRENCİLERİN İFADELERİNİN ALINMASI İLE YETİNİLDİĞİ, ALINAN İFADELER  ARASINDA ÇELİŞKİLERİN ORTAYA ÇIKTIĞI VE BU ÇELİŞKİLERİN GİDERİLMEDİĞİ, DOLAYISIYLA İLGİLİYE İSNAT EDİLEN FİİL TÜM UNSURLARI İLE NETLEŞMEDİĞİNDEN …dosyanın Üniversiteye iadesinin  uygun olduğu…” YÖK-YDK, bu kararı ile, üyemizi değil, işlemi yapan ve üyemizin kamu görevinden çıkartılmasını öneren Üniversitenizi, bilebildiğim kadarı ile ilk kez MAHKUM ETMEKTEDİR ve BU RET GEREKÇESİ ÜNİVERSİTE YÖNETİCİLERİ İÇİN YARARLANMALARI VE UYGULAMALARINA IŞIK TUTACAK DERS ANLAMI VE AĞIRLIĞI İÇERMEKTEDİR. Böyle bir azardan, sanırım, üniversiteniz adına elem duymaktasınızdır.
08.11.2016 günlü ÜDK toplantısı “YOK” hükmündedir. Çünkü, bu türden, temsilcisi olduğumuz üyelerimizin dosyalarının görüşüleceği oturumların gündemi, ÜDK Başkanı tarafından belirlenir ve toplantının gündemi ve gündemi oluşturan disiplin dosyaları, üyelere en az yedi gün önceden dağıtılır. Disiplin Kurulları, Yönetim Kurulu’ndan farklı kurumlardır. (Bkz. DY’nin 35 ve 36. Maddeleri; 17.09.1982 gün ve 8/5336 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararı’na dayalı “Disiplin Kurulları ve Disiplin Amirleri Hakkında Yönetmelik”in 9.Md)
08.11.2016 günlü, resmen katılmamın engellendiği, imzamı da içeren bir tutanak tutulmayan ve fakat istem ve itirazlarımı bildirmek için fiilen bulunduğum toplantınızda, bu üç üyemiz hakkında yapılan işlemlerin tümü yok hükmündedir ve ortadan kaldırılması gerekmektedir.
Üyelerimize ilişkin disiplin işleminde içine düştüğünüz usulü aykırılıkların altını çizmek istiyorum.
  1. Rektörlüğünüz, imzanız ile, üyelerimize 12.10.2016 gün 5142-647,5143-38 vb. bir yazı göndererek, “ İnşaat Mühendisliği Bölümü, Yapı Mekaniği Laboratuvarı Binasında 19.12.2014 tarihinde AYNI EYLEMİ(eylem yapan  grubu yönlendirerek, olaylarda aktif rol almanız, …CE423 dersinin yapıldığı sınıfa zorla girmek suretiyle dersin yapılmasının engellenmesine sebep olmanız; ayrıca bu eylemler sebebiyle binanın tamamında eğitim ve araştırma faaliyetlerine devam etme olanağı kalmadığının tespit edilmesi nedeniyle, hakkınızda yapılan disiplin soruşturması sonuçlanmıştır”  denilerek, üyelerimizden Deniz Erdem hakkında “ kurumların huzur,sükun ve çalışma düzenini bozmakeylemi nedeni ile, 657 S.Y’nın 125-B-1 fıkrasında yer alan “Kınama Cezası”; Mert Kükrer hakkında ise “amirine veya maiyetindekilere ve iş sahiplerine fiili tecavüzde bulunmakeylemi nedeni ile “Devlet Memurluğundan Çıkarma Cezası” önerildiği,…7 gün içinde son savunmalarını Rektörlük Makamına yazılı olarak vermeleri istenmiştir. Soruşturma konusu kılınmayan “amirine veya maiyetindekilere ve iş sahiplerine fiili tecavüzde bulunmak” eylemini nasıl, disiplin cezasına konu eyleme dönüştürebilir siniz? Yapılan disiplin soruşturmasının ve ceza önerisinin ciddiyetten uzaklığın bir başka kanıtı da Mert Kürkler’in amirine mi, maiyetindekilere mi, iş sahiplerine mi fiili tecavüzde de bulunduğuna açıklık getirilmemiş, toptancı ve sanal bir suçlama yaratılmıştır. Mert Kükrer, hem amirine, hem maiyetindekilere ve hem de iş sahiplerine mi, üç gruptakilere mi fiili tecavüzde bulunmuştur? Kimdir tecavüz edilen bu amir, maiyetindekiler ve iş sahipleri? Bunlara aynı anda mı, yoksa ayrık zamanlarda mı fiili tecavüzde bulunmuştur? Bunlara yanıt vermeksizin yapılan suçlamalar havada kalmaktadır.
Önce neden “son savunma (ilk, önceki savunma var mı ki?) yazılı istenmekte”? Savunmanın yazılı yapılmasının dayatılamayacağını size belgelemek isterim. AYM ve Danıştay kararları ile ortadan kalkmış bulunan DY’nin 43 üncü maddesine baktığınızda, savunma hakkının kullanımı biçiminin yazılı yada sözlü biçiminde dayatılamayacağını, bu seçimin soruşturulana özgü olduğunu, vekili aracılığı ile de savunma yapılabileceğini görürsünüz. Savunmaya çağıran 12.10.2016 gün ve 5143-38, 5142-649 sayılı yazılarınızda, disiplin işleminin 657 S.Y.nın 125. maddesine göre yapıldığı belirtildiğinden, bu yasanın 129 uncu maddesi hükmünü buraya alıntılamak istiyorum: “Hakkında memurluktan çıkarma cezası istenen memur, (Mülga ibare: 25/02/2011 tarihli Mükerrer Resmi Gazete - 6111/117 md.) (..), soruşturma evrakını incelemeye, tanık dinletmeye, disiplin kurulunda sözlü veya yazılı olarak kendisi veya vekili vasıtasıyla savunma yapma hakkına sahiptir”. YÖK – YDK tarafından, Rektörlüğünüzün önerdiği cezanın kabul edilmeyip, geri çevrildiği üyemiz Mert Kükrer ile, Üniversiteniz DK’nun tarafından verilen disiplin cezaları red edilmesi yokmuşçasına, yeniden açtığınız soruşturmada, üyelerimize, SORUŞTURMA EVRAKLARINI NEDEN İNCELETMEZSİNİZ, TANIK DİNLETMELERİNE SÖZLÜ SAVUNMA HAKKINI KULLANMALARINA İÇİN KENDİLERİNE  YADA VEKİLİNE NEDEN OLANAK VERMEZSİNİZ?
Bütün bu hukuksuzluk ve yasa dışılıkların ortadan kaldırılması, adil bir yargılanma olanağının yaratılması konusunda, soruşturma dosyalarının üyelerimiz yada savunmanları ile Sendika Temsilcisi olarak tarafıma verilmesi ve bu amaçla ÜYK toplantısının ertelenmesi konusundaki haklı ve yerinde istemimiz ise, benim iki yıllık ceza verme yetkisinin sona ereceği zamana oynama yapıyorum gibi,çok incitici ve çirkin bir ima ile, “ceza verme yetkisinin zaman aşımına uğrayacağı tarih” dillendirildi ve hukuksuzluğun, yasa dışı uygulamaların gerekçesi olarak bu zaman kıtlığı dile getirildi. 19 Aralık 2014’deki olayların üzerinden iki yıla yaklaşık bir süre geçmiş olmamasına karşın bu disiplin işleminin sonuçlandırılmamış olmasındaki kusur, Kurumuzdan başka kimsede, hele hele zanlı üyelerimizde hiç değildir. 657 S.Y.ın disiplin suç ve cezalarına ilişkin maddeleri okursanız, gerçekte yaptığınız işlemlerin tümü ile YOK hükmünde olduğunun ayırtına varırsınız. Hukuk kurallarını çiğneme yerine,bırakınız da bir-kaç zanlı hüküm giymekten kurtulsun. Vazgeçin bu “ceza-sever” tavırlardan. YÖK bile sizden uzlaştırıcı, yatıştırıcı olmanızı istiyor.
Mert Kükrer ve öteki üyelerimize yöneltilen suçlamalar aynı. Ancak, karar kurarken; Mert Kükrer’e “amirine veya maiyetindekilere ve iş sahiplerine fiili tecavüzde bulunmak eylemi nedeni ile, ötekilere ise “kurumların huzur, sükun ve çalışma düzenini bozmak”  nedeni ile farklı cezalar önerilmekte. Üyelerimize ve temsilci olarak bana, disiplin dosyalarını inceleme olanağı tarafınızdan tanınmadığı için, soruşturma görevlendirme belgesinin içeriğini bilmemekteyim. Ancak, üyelerimize yazdığınız ve onları, ifadelerini almaksızın sonuçlanmış soruşturma üzerine “son savunma yapmaya çağıran” yazınızı ciddiye aldığımda, Mert Kükrer’in “soruşturma nedeni dışında bir eylemden” ceza istemine konu kılınması kabul edilemez.
2. YÖK-Yüksek Disiplin Kurulu(YDK) Kararlarının, Yeniden Görüşülmesi Hukuksal ve Yasal Dayanaktan Yoksundur. Bu Nedenle, YÖK Tarafından Usulsüzlük ile Mahkum Edilmiş Disiplin İşlemlerinin Yeniden Raftan İndirilmesi ve Soruşturma Konusu Yapılması, Başkanı ve Üyeleri Olduğunuz Üniversite Disiplin Kurulu Gündemi Yapılması, Yeniden Disiplin Cezasına Konu Kılınması Hükümsüzdür.
Üyelerimizden Deniz Erdem ve Ekin Erdem Evliya hakkında Üniversite Disiplin Kurulu(Üniversite Yönetim Kurulu değil), 05.05.2015 gün ve 2015/17-18 sayılı kararı ile "Bir Yıl Kademe İlerlemesinin Durdurulması Cezasına" çarptırılmışlardır.Adı geçenler, bu karara YÖK-YDK'nda itirazda bulunmuşlardır. YÖK-YDK üyelerimizin itirazlarını yerinde bularak, 14.07.2015 gün ve 2015/80 sayılı kararı ile, Üniversiteniz Disiplin Kurulunun(ÜDK) verdiği cezasını ortadan kaldırmıştır. YÖK-YDK bu kararında, Üniversitenizce verilen “Bir Yıl Süre ile Kademe İlerlemesinin Durdurulması Cezasının” KALDIRILMASINA KARAR VERMİŞTİR. Üniversiteniz, YÖK-YDK'nun bu karar üzerine, üyelerimizin durdurulan terfi işlemlerinin yerine getirilmesini gerçekleştirmiştir. (Bkz.YÖK Başkanlığının üyelerimize yönelik olarak gönderdiği 03.11.2015 gün ve 9610 sayılı karar bildirimi, Personel Daire Başkanlığınızın 24.04.2016 günlü Rektörlük Onaylı ve yine Personel Daire Başkanlığınızın 28.04.2016 gün ve 2434 sayılı yazısı).
Bu gerçekler, işlemleriniz ve bildirimleriniz ortada iken, YÖK'ün verdiğiniz cezayı, itiraz üzerine ortadan kaldırdıktan sonra, üyelerimiz hakkında, bu kez 657 S.Y. uyarınca işlem yapmanız, yeniden soruşturma açmanız, ifadeye çağırmaksızın savunmaya çağırmanız hukuksal da değildir, yasal da değildir. YOK HÜKMÜNDEDİR.
Üyemiz Çağlar Dölek'in durumu ise, daha bir ilginçlik taşımaktadır. Dölek hakkında Üniversiteniz tarafından önerilen "kamu görevinden çıkartılma cezası”, YÖK-YDK tarafından ret edilmiş, kendisine "kademe ilerlemesinin durdurulması cezası"  verilmiştir. Başkanlığınız bunu da yeniden işleme sokmuştur.
2. Fen Bilimleri Enstitüsü Arş.Görevlisi Mert Kükrer hakkında ise, Rektörlüğünüz/Başkanlığınız yeni usulsüzlüklerinin üretilmesine katkıda bulunmuştur. Rektörlüğünüzün Mert Kükrer hakkında önerdiği “kamu görevinden çıkarma Cezası”, YÖK-YDK’nun 14.10.2015gün ve 2015/80 sayılı kararı ile, ret edilmiştir. YÖK Başkanlığı, bu kararını, 03.11.2016 gün ve 9610 sayılı yazısı ile, üyelerimize ve Rektörlüğünüze bildirmiştir. Burada yapılması gereken, YÖK-YDK’nın ret kararında ret gerekçeleri olarak sıralanmış eksikliklerin giderilmesi ve buna göre yeni bir hüküm kurmanızdır. Yukarıya alıntıladığım YÖK-YDK’nun bu kararında sıralanan “Mert Kükrer’e isnat edilen fiilin hiçbir şüpheye mahal vermeyecek nitelik ve derecede ortaya koymak”, eyleme katılan diğer sendika üyelerinin ifadesini almak”, “yalnızca öğrencilerden alınan ifadeler arasındaki çelişkiler gidermek” ve “Mert Kükrer’e isnat edilen fiili tüm unsurları ile netleştirmek”tir.Ve asıl önemlisi, bu karara söz ve oyla katkıda bulunduğum bu YÖK-YDK Kararı ile Rektörlüğünüze önerilen “Rektörlüğünüzün yaşanan olayları yatıştırma ve uzlaşmacı yaklaşım sergileyerek, olayın soruşturma boyutuna taşınması yanlışına düşmemek” tir.
Başkanlığınız, bu karar ve gerekçesini okumadan ve bunların hukuksal sonuçlarını göz önüne almaksızın, YÖK-YDK tarafından mahkum edilen önceki kararlarınızın(ÜDK’nun 05.05.2015 gün ve 17-18 sayılı kararı) kaynağını oluşturan soruşturmacı raporunu hortlatarak,yeniden dolaşıma sokmuştur.
Bu arada üyemiz Mert Kükrer, 27.10.2016  gün ve 25968, 15969 ile 15974 sayılı yazılarla Rektörlüğünüze/Başkanlığınıza başvuruda bulunarak, tüm bu hukuksuzluk ve yasadışılıklar  ile yanlışlıklara itiraz etmiştir. Farklı içerik taşıyan başvurulara verdiğiniz tek karşılık 01.11.2016 gün ve 640/858 yazınız olmuştur.
Bu yazınızda; üzerinden 1 yıldan uzun süre geçmiş YÖK-YDK ‘nun (yazınızda bu Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı Yüksek Disiplin Kurulu diye geçmektedir ki, bu adla adlandırılan bir kurul yoktur,doğrusu Yüksek Disiplin Kurulu’dur. YÖK Genel Kurulu aynı zamanda Yüksek Disiplin Kurulu olarak görev yapar (Bkz. Mülga DY,Bölüm V,Md.37,43) 14.10.2015 günlü kararında ileri sürülen eksiklikler…soruşturmacılar tarafından yeniden değerlendirilmiş (bu eksiklikler YÖK-YDK kararında, Mert Kükrer’e isnat edilen fiilin hiçbir şüpheye mahal vermeyecek nitelik ve derecede ortaya koymak”, eyleme katılan diğer sendika üyelerinin ifadesini almak”, “yalnızca öğrencilerden alınan ifadeler arasındaki çelişkiler gidermek” ve “Mert Kükrer’e isnat edilen fiili tüm unsurları ile netleştirmek”tir) ve “devlet memurluğundan çıkarma cezası önerilmiştir” denilmekte ve bu önerinin ÜYK’nca  (ÜDK olması gerek) uygun bulunması halinde,disiplin soruşturma dosyanız YÖK Başkanlığı Yüksek Disiplin Kurulu’na sevk edilecek, 657 S.Y.nın 129 uncu maddesine göndermede bulunarak, sözlü yada yazılı olarak vekiliniz vasıtasıyla savunma yapmanız mümkündür" denilmektedir.
Mert Kükrer’in başvuruları dikkatle incelenmiş olsa idi, Kurumunuzun görev ve yetkililerinin bu denli bilisizlik sergilemeleri mümkün olmayacaktı. Örneğin, görevli ve yetkilileriniz bilisiz olmasa idi, Mert Kükrer’e,yasa ve hukuk dışı yöntemle yapılan değerlendirme sonucu olan “devlet memurluğundan çıkarma cezası önerisinin, ÜDK unda görüşülemeyeceğini, bu türden önerilerin ancak Yüksek Disiplin Kurulu yetkisinde olduğunu bilebileceklerdi. Yine, görev ve yetkilileriniz, bilisizlik bataklığında boğulmamış olsalardı, savunma hakkının, her aşamada, ister disiplin amiri, ister disiplin kurulu ve isterseler YDK’nda sözlü yada yazılı biçimde kullanabileceğini, sözlü savunmanın yalnızca YDK aşamasında ve yalnızca vekil eliyle olmayacağının ayırdında olurlardı.
Resmen açılmayan, çağrı ve gündemi tarafımıza verilmeyen, söz ve karar sahibi olarak değil de, görüşlerine başvurulan biri olarak katıldığım ve bana göre  bir sohbetten öte anlam taşımayan Kurulunuzda, ben “üyelerimize özgü disiplin dosyalarını hangi kurul olarak yürütüyorsunuz?” sorusunu sormuş, AYM ve Danıştay Kararları uyarınca YÖK-YDK’nun “YOK” olduğunu belirterek, 657 S.Y.nın da 126. Madde ikinci fıkrasının da uygulanamayacağını, çünkü ÜDK’nun “Yüksek Disiplin Kurulu”  olarak tanımlanmamış olduğunu belirttim.(657 S.Y. Madde 126 - Değişik fıkra: 12/05/1982 - 2670/32 md) Devlet memurluğundan çıkarma cezası amirlerin bu yoldaki isteği üzerine, memurun bağlı bulunduğu kurumun yüksek disiplin kurulu kararı ile verilir” . Üniversitelerin, kamu tüzel kişiliğine sahip Anayasal kurumlar olduğunu, zorlamalı olarak uygulanan 657.S.Y.nın tanımladığı Yüksek Disiplin Kurulu’nun, bağlı bulunulan öteki kamu kuruluşlarına özgü bir kurul olduğunu toplantıda belittim. Üniversitelerin “YÖK’na bağlı genel müdürlük, başkanlık, şube yada il müdürlüğü benzeri kuruluşlar olmadığının altını çizdim. (Değişik fıkra: 12/05/1982 - 2670/32 md) Disiplin kurulu ve yüksek disiplin kurulunun ayrı bir ceza tayinine yetkisi yoktur, cezayı kabul veya reddeder. Ret halinde atamaya yetkili amirler 15 gün içinde başka bir disiplin cezası vermekte serbesttirler) Bütün bu yol gösterici görüş ve önerilerime itibar edilmedi ve yokluğumda, üyelerimiz hakkında, soruşturmacıların önerdikleri cezalardan daha düşük cezaların (kınama cezaları yerine uyarı, devlet memurluğundan çıkarma yerine üç yıl kademe ilerlemesinin durdurulması cezaları) verildiğini öğrenmiş bulunmaktayım. İzniniz olursa burada bir saptamada bulunmak istiyorum: “Bilisizliğin bu kadarı ancak günümüz üniversite tabelası asılı olan kurumlarda olur!”
Mert Kükrer, son savunmaya yönelik çağrınız gereğini yerine getirebilmek için, YÖK-YDK kararı sonrasında soruşturmacılarca yeniden değerlendirilen soruşturma dosyası hakkında bilgi istiyor, son savunmasını sözlü olarak yapacağını bildiriyor ve ÜDK toplantısında savunmanı ile Sendika Temsilcisinin bulunmasının sağlanmasını istiyor.
Promosyon eylemi üzerine açılan soruşturma sırasında, hiç olmazsa, soruşturmacılar tarafından ifadeye çağrılan üyelerimize, disiplin işlemine konu kılınan eylemleri hakkında bilgi verilmiş, belgeleri incelemelerine olanak tanınmıştı. Ve disiplin amiri olan Üniversiteniz Rektörü, şimdiler mülga olan DY’nin 33/d maddesi uyarınca, kamu görevinden çıkarma önerisinde bulunmuş, YÖK-YDK’nda Mert Kükrer, avukatı ve Sendika Temsilcisi olarak katıldığım oturumda savunmasını yapmıştı.
Siz ise, Rektör olarak, 01.11.2016 gün ve 640/858 yazınızda belirttiğiniz ve 08.011.2016 günlü, çağrısız ve gündemsiz ÜDK toplantısında, YAPILMAMASI GEREKİNİ YAPARAK, Mert Kükrer hakkında, bu kez “devlet memurluğundan çıkarma cezasını”, ÜYK(ÜDK olması gerek) onayına sundunuz, hakkında disiplin işlemi yapılan üyemize sözlü savunma yapma, savunman bulundurma hakkını tanımadığınız gibi, Sendika Temsilcisinin varlığına ise, söz ve karar sahibi olarak değil de, orada bulunmasına katlandığınız bir varlık olarak yaklaştınız.
  1. Eğer, YÖK-YDK tarafından ret edilerek ortadan kaldırılan dosyaları,bu kez 657 Sayılı Yasaya göre açmak istiyor iseniz, yapmanız gereken, önceki soruşturma raporunu,bu kez önerilen cezaları indirerek önümüze getirmek değildir. Çünkü soruşturmanın yasal ve hukuksal dayanağı ortadan kalkmıştır. Yeniden, 657 S.Y. göre soruşturma açacak iseniz,  657 S.Y.’da varolan zamanaşımını gözeterek,yeni bir soruşturmacı yada soruşturma kurulu belirleyerek, üyelerimizi ifade vermeye, tanıklarını dinletmeye,kanıtlarını ortaya serme olanağını vermeniz gerekirdi.Bunların hiç biri yapılmamış, YÖK-YDK Kararı ile mahkum edilmiş önceki soruşturma raporu, belki de, tarihleri değiştirilmeksizin yeniden tedavüle sürülmüştür. Bunun da nedenini kin ve hıncını baskılayamayan kimilerine verilmiş bir ödün olarak düşünmekteyim.
SONUÇ VE ÖNERİLERİM:
Yukarıda yaptığım ayrıntılı açıklamalar doğrultusunda;
YÖK-YDK iptal kararlarına sonrası yapılan yeniden soruşturma yada değerlendirmelerin ortadan kaldırılması ve üyelerimiz Deniz Erdem, Ekin Erdem Evliya ve Çağlar Dölek ile, önerilen cezanın usule uygun olmaması nedeni ile kabul edilmeyen ve geri gönderilen Mert Kükrer’e, yokluğunda yapılan tüm disiplin soruşturma/değerlendirme işlemlerinin yok sayılmasını;
YÖK-YDK’nun 14.10.2015gün ve 2015/80 sayılı Kararı ile Rektörlüğünüze gösterdiği doğru yola girilerek,19.12.2014’de yaşandığı ileri sürülen olaylarda sergilenmeyen “yatıştırıcı ve uzlaşmacı yaklaşımın sergilenmesini”, aradan iki yıla varan zaman geçen ve YÖK-YDK tarafından ret edilen işlemler için,yeniden “disiplin soruşturması boyutuna girişilmemesini” ;
önermekteyiz.
Ne var bunda?.YÖK-YDK tarafından ret edilen “bir yıl kademe ilerlemesinin durdurulması cezası” yerine, önerilen “kınama cezalarını”,üç üyeniz için “uyarı cezası” ; üyeniz Mert Kükrer için önerilen “devlet memurluğundan çıkarma cezası” yerine “üç yıl kademe ilerlemesini durdurma cezası” verdik” demeniz ve buna razı olmamızı beklemeniz, hukuksuzluğa, yasadışılığa boyun eğmemizin yarısıra, olası bir başka disiplin işleminde “iyi halden yararlanılmasını” ortadan kaldıracaktır. Ayrıca, üyelerimizin ne kadar hafif, önemsenmez olursa olsun, sicil dosyasında disiplin cezasına muhatap kılınmaları, onların gelecekleri açısından, meslek yaşamları açısından önemli olumsuzlukların nedeni olarak karşılarına çıkartılabilir.
Bu nedenle; ÜDK’nu yeniden toplamanızı ve önceki 08.11.2016 günkü kararlarınızı ortadan kaldırmanız gerektiğini sizlere önermekteyim.
Kaygılarımın yerini saygılarımın alması dileklerimle. 11.11.2016
                                                                                                                             Prof.Dr.Mustafa Altıntaş
                                                                                  ODTÜ Üniversite Disiplin Kurulu Üyesi

                                                                                      (Eğitim-Sen Temsilcisi Olarak)