Üniversiteden Bakış başlığı altındaki yazılarım SONSÖZ Gazetesi için yazılmakta ve haftanın Perşembe günleri yayımlanmaktadır.
ÜNİVERSİTEDEN
BAKIŞ
Prof. Dr.
Mustafa Altıntaş
ZORBALIK, ÇÖKÜŞ, BİR SİLAH ARKADAŞI-KARINDAŞIN
BAŞKALDIRIŞI
Demokratik kural ve geleneklerin yaşam
biçemine dönüşmediği toplumlarda
zorbalık egemen bir davranış biçimi ve zorbalar da çok sayıdadır. Zorbalık güç kullanarak, korku salarak,
tahdit yada zorlama yolu ile, başkaları üzerinde baskı, egemenlik kurmaktır.
Zorbalığın yinelenmesi ve sıradalaştırılması, etkilenmek ve de baskılanmak
istenen toplulukların boyun eğmesi sonucunu verir. Kişisel zorbalığın önünü
kesmek ve ortaya çıkmasını önleyici tek yol, yasaların bu türden despotluğu
önleyici yaptırım gücüne sahip olmasıdır. Yani zorbanın önünü kesmenin ve
zorbalık altında inleyen kişi yada grupların tek güvencesi, hukuk devletinin
varlığıdır. Zorbalığın siyasallaşması ve bunun siyasal destek bulması en
tehlikeli olanıdır. Bu durumda toplum, söz ve karar hakkının giderek elinden
çıktığını görür. Siyasal zorbanın egemen
olduğu iliştirilmiş/zorbanın kapısına tasmalarından bağlanmış medyaı, bu zorbalığı
“tanrı
buyruğu” olarak meşrulaştırmanın araçlarına dönüşür. Türkiye’de 12 Eylül
2010’da yapılan Anayasa değişikliği ve özellikle de 10 Ağustos 2014’deki
Cumhurbaşkanı seçiminden sonra sergilenen davranışları bu biçimde
değerlendirmek mümkün. Zorbalığın sınır ve yasa tanımazlığının azgınlaşması
ise, 7 Haziran’dan sonra tepe noktasına erişmiştir. Zorbanın sınır
tanımazlığının azmasını güçlendiren temel etmen, söz ve karar hakları,
egemenlik hakları elinden alınan toplum ve kurumların buna destek vermesi,
kolaylık sağlamasıdır. Türkiye’de yaşananların bir de bu pencereden
görülmesinde yarar vardır. Tarihin çeşitli dönemlerinde tiranlar, despotlar,
diktatörler, Duçeler, Führerler ortaya çıkmıştır. Bunların hepsi, önce
kendilerine gerek duyulacak toplumsal kargaşayı yaratmışlar, sonrasında ise
kendilerini bu kargaşayı sonlandırıcı ve “Tanrı
tarafından görevlendirilmiş tek kurtarıcı” olarak toplumlarına kabul ettirmişlerdir.
Bırakınız daha gerilere gitmeyi, Yaşadığımız yirminci yüzyılı ve yaşamakta
olduğumuz yirmibirinci yüzyılın siyasal tarihindeki kimi despotları anımsamaya
çalışın. Bunların hepsi, kan ve gözyaşını toplumlarına ödetmişler ve çoğu da
ödettikleri faturaların ağırlıklarına göre de kendileri de cezalarını
bulmuşlardır.
7 Haziran Seçimlerinden bu yana
sürdürülen oyunun son sahnesine gelmiş bulunmaktayız. İçe sindirilemeyen seçim
sonuçlarını değiştirici yeni bir seçimi “tek
yol” olarak topluma kabul ettirmek için sahnelenen bu oyunun ilk perdesi, “bir hükümet nasıl kurulamaz” adını
taşıyordu. İkinci sahne ise “ hükümet
kurdurmam” idi. Oyunun perdesi, “seçimin
yenilenmesi” ile kapandı. Bu gerçekte bir tiyatro oyunu olsa idi, başoğlan
yada başkadını, öteki oyuncuları, figüranları keyifle izler, senarist ve
yönetmeninin biz seyircilerine bu oyun aracılığı ile göndermek istediği iletiyi
alırdık. Oysa Türkiye, 7 Haziran Seçim sonuçlarını meşru görmeyen bir baş
oyuncunun tek başına oynadığı bu oyunun faturasını çok ağır biçimde ödemeyi
sürdürüyor. Bu oyunun faturası, yalnızca ekonomik olsa, bunun sonuçlarını
toplumumuz, henüz yitirmediği toplumsal dayanışma ve imece alışkanlıkları ile
savuşturabilirdi. İşsiz kalanlar yada iş bulamayanlar, aile ve akraba
barınaklarına sığınabilirlerdi. Ekonimik açıdan yaksullaşanlar, düne göre
gönenç kaybına uğrayanlar, geçmişteki birikimlerini yada gelecekteki
gelirlerini bugünden harcayarak bu bunalımı atlatabilirlerdi. Oysa, 5
Haziran’da Diyarbakır HDP Seçim Mitinginde ilk işareti verilen katliam ve
sonrasında açılan ve RTE’nin başkan oluncaya (Erdoğan’ın deyişi ile kıyamete
kadar ) dek sürdürüleceği açıklanan “istikbal
savaşı” ile, yitirilen anakuzularının, yerlerinden-yurtlarından göçe zorlanan insanlarımızın uğratıldıkları
zararın giderilmesi mümkün değildir.
Türkiye, yirmibirinci yüzyıla, derin bir
ekonomik bunalım ile girmiş ve yığınların özverisi ile katlanılması gereken acı
reçete ile kendine gelmeye çalışmanın sarsıntıları ve yakıntıları arasında,
tarihinde görülmemiş ölçüde bilgi ve görgü birikiminden yoksun, ama
doyma-bilmez dinci ve dinci bir kadronun eline düşmüş bulunmaktadır. Bu
kadroların ne tarih, ne coğrafya, ne matematik, ne edebiyat, ne felsefe, ne psikoloji, ne mantık alanında
tek bir ciddi kaynaktan nemalandıkları söz konusudur. Tek gördükleri öğrenim
ise, anlamını bilmeksizin yarım yamalak ezberledikleri nakillerdir. Bu nedenle
de bu kadroların en başarılı oldukları, kefen başı ve taziye ziyaretleri
söylevleridir. Bunlardan kimileri, ölüme gönderdikleri kuzularının ana ve
babalarına “mutluluk dilemekte”, kimileri
ise “defin işlerini hızlı biçimde
tamamlayanlara” teşekkür etmektedir.
Kendi istikbal savaşları için ölüme
gönderenlerin bu acımasızlığına ve utanç verici davranışlarına karşı gür bir
ses çıktı. Şehit edilen Yüzbaşı Ali Alkan’ın son yolculuğuna çıkarılma
töreninde, aynı zamanda silah arkadaşı olan ağabeyi Yarbay Mehmet Alkan, bu
kirli ve kanlı savaşa son noktayı koydu;
“Bunun katili kim? Düne kadar çözüm diyenler,
ne oldu da sonuna kadar savaş diyorlar? Kendileri(istikbal savaşında
yoksulların çocuklarını ölüme gönderenler) gitsin
savaşsın” . Bana göre Yarbay Alkan bu çığlığı ile, en büyük yurt görevini
yaparak, her cenazenin arkasından, “şehitler
ölmez, vatan bölünmez” safsataların
siyasal simgeleri ile ranta dönüştürmek isteyenlere yeniden düşünme vermiş
oldu. Ancak çözüm, kendi istikbal savaşında toprağa düşürttüklerinin arkasından
rahmet dileme yerine, “analarının
kuzularını, kendi istikbal savaşına
sürenlere lanet” deyişinin toplumsal çığlığa dönüşmesindedir. 27.08.2015