25 Ağustos 2015 Salı

Üniversiteden Bakış başlığı altındaki yazılarım SONSÖZ Gazetesi için yazılmakta ve haftanın Perşembe günleri yayımlanmaktadır.

ÜNİVERSİTEDEN BAKIŞ
Prof. Dr. Mustafa Altıntaş

ZORBALIK, ÇÖKÜŞ, BİR SİLAH ARKADAŞI-KARINDAŞIN BAŞKALDIRIŞI

Demokratik kural ve geleneklerin yaşam biçemine dönüşmediği toplumlarda  zorbalık egemen bir davranış biçimi ve zorbalar da çok sayıdadır.  Zorbalık güç kullanarak, korku salarak, tahdit yada zorlama yolu ile, başkaları üzerinde baskı, egemenlik kurmaktır. Zorbalığın yinelenmesi ve sıradalaştırılması, etkilenmek ve de baskılanmak istenen toplulukların boyun eğmesi sonucunu verir. Kişisel zorbalığın önünü kesmek ve ortaya çıkmasını önleyici tek yol, yasaların bu türden despotluğu önleyici yaptırım gücüne sahip olmasıdır. Yani zorbanın önünü kesmenin ve zorbalık altında inleyen kişi yada grupların tek güvencesi, hukuk devletinin varlığıdır. Zorbalığın siyasallaşması ve bunun siyasal destek bulması en tehlikeli olanıdır. Bu durumda toplum, söz ve karar hakkının giderek elinden çıktığını görür.  Siyasal zorbanın egemen olduğu iliştirilmiş/zorbanın kapısına tasmalarından bağlanmış medyaı, bu zorbalığı  “tanrı buyruğu” olarak meşrulaştırmanın araçlarına dönüşür. Türkiye’de 12 Eylül 2010’da yapılan Anayasa değişikliği ve özellikle de 10 Ağustos 2014’deki Cumhurbaşkanı seçiminden sonra sergilenen davranışları bu biçimde değerlendirmek mümkün. Zorbalığın sınır ve yasa tanımazlığının azgınlaşması ise, 7 Haziran’dan sonra tepe noktasına erişmiştir. Zorbanın sınır tanımazlığının azmasını güçlendiren temel etmen, söz ve karar hakları, egemenlik hakları elinden alınan toplum ve kurumların buna destek vermesi, kolaylık sağlamasıdır. Türkiye’de yaşananların bir de bu pencereden görülmesinde yarar vardır. Tarihin çeşitli dönemlerinde tiranlar, despotlar, diktatörler, Duçeler, Führerler ortaya çıkmıştır. Bunların hepsi, önce kendilerine gerek duyulacak toplumsal kargaşayı yaratmışlar, sonrasında ise kendilerini bu kargaşayı sonlandırıcı ve “Tanrı tarafından görevlendirilmiş tek kurtarıcı”  olarak toplumlarına kabul ettirmişlerdir. Bırakınız daha gerilere gitmeyi, Yaşadığımız yirminci yüzyılı ve yaşamakta olduğumuz yirmibirinci yüzyılın siyasal tarihindeki kimi despotları anımsamaya çalışın. Bunların hepsi, kan ve gözyaşını toplumlarına ödetmişler ve çoğu da ödettikleri faturaların ağırlıklarına göre de kendileri de cezalarını bulmuşlardır.

7 Haziran Seçimlerinden bu yana sürdürülen oyunun son sahnesine gelmiş bulunmaktayız. İçe sindirilemeyen seçim sonuçlarını değiştirici yeni bir seçimi “tek yol” olarak topluma kabul ettirmek için sahnelenen bu oyunun ilk perdesi, “bir hükümet nasıl kurulamaz”  adını taşıyordu. İkinci sahne ise “ hükümet kurdurmam” idi. Oyunun perdesi, “seçimin yenilenmesi” ile kapandı. Bu gerçekte bir tiyatro oyunu olsa idi, başoğlan yada başkadını, öteki oyuncuları, figüranları keyifle izler, senarist ve yönetmeninin biz seyircilerine bu oyun aracılığı ile göndermek istediği iletiyi alırdık. Oysa Türkiye, 7 Haziran Seçim sonuçlarını meşru görmeyen bir baş oyuncunun tek başına oynadığı bu oyunun faturasını çok ağır biçimde ödemeyi sürdürüyor. Bu oyunun faturası, yalnızca ekonomik olsa, bunun sonuçlarını toplumumuz, henüz yitirmediği toplumsal dayanışma ve imece alışkanlıkları ile savuşturabilirdi. İşsiz kalanlar yada iş bulamayanlar, aile ve akraba barınaklarına sığınabilirlerdi. Ekonimik açıdan yaksullaşanlar, düne göre gönenç kaybına uğrayanlar, geçmişteki birikimlerini yada gelecekteki gelirlerini bugünden harcayarak bu bunalımı atlatabilirlerdi. Oysa, 5 Haziran’da Diyarbakır HDP Seçim Mitinginde ilk işareti verilen katliam ve sonrasında açılan ve RTE’nin başkan oluncaya (Erdoğan’ın deyişi ile kıyamete kadar ) dek sürdürüleceği açıklanan “istikbal savaşı” ile, yitirilen anakuzularının, yerlerinden-yurtlarından  göçe zorlanan insanlarımızın uğratıldıkları zararın giderilmesi mümkün değildir.

Türkiye, yirmibirinci yüzyıla, derin bir ekonomik bunalım ile girmiş ve yığınların özverisi ile katlanılması gereken acı reçete ile kendine gelmeye çalışmanın sarsıntıları ve yakıntıları arasında, tarihinde görülmemiş ölçüde bilgi ve görgü birikiminden yoksun, ama doyma-bilmez dinci ve dinci bir kadronun eline düşmüş bulunmaktadır. Bu kadroların ne tarih, ne coğrafya, ne matematik, ne edebiyat,  ne felsefe, ne psikoloji, ne mantık alanında tek bir ciddi kaynaktan nemalandıkları söz konusudur. Tek gördükleri öğrenim ise, anlamını bilmeksizin yarım yamalak ezberledikleri nakillerdir. Bu nedenle de bu kadroların en başarılı oldukları, kefen başı ve taziye ziyaretleri söylevleridir. Bunlardan kimileri, ölüme gönderdikleri kuzularının ana ve babalarına “mutluluk dilemekte”, kimileri ise “defin işlerini hızlı biçimde tamamlayanlara” teşekkür etmektedir.


Kendi istikbal savaşları için ölüme gönderenlerin bu acımasızlığına ve utanç verici davranışlarına karşı gür bir ses çıktı. Şehit edilen Yüzbaşı Ali Alkan’ın son yolculuğuna çıkarılma töreninde, aynı zamanda silah arkadaşı olan ağabeyi Yarbay Mehmet Alkan, bu kirli ve kanlı savaşa son  noktayı koydu; “Bunun katili kim? Düne kadar çözüm diyenler, ne oldu da sonuna kadar savaş diyorlar? Kendileri(istikbal savaşında yoksulların çocuklarını ölüme gönderenler) gitsin savaşsın” . Bana göre Yarbay Alkan bu çığlığı ile, en büyük yurt görevini yaparak, her cenazenin arkasından, “şehitler ölmez, vatan bölünmez”  safsataların siyasal simgeleri ile ranta dönüştürmek isteyenlere yeniden düşünme vermiş oldu. Ancak çözüm, kendi istikbal savaşında toprağa düşürttüklerinin arkasından rahmet dileme yerine, “analarının kuzularını, kendi istikbal savaşına sürenlere lanet” deyişinin toplumsal çığlığa dönüşmesindedir. 27.08.2015

21 Ağustos 2015 Cuma

ASIL SORUN : ERDOĞAN VE KANKALIĞA SOYUNAN BAHÇELİ

ÜNİVERSİTEDEN BAKIŞ
Prof.Dr.Mustafa Altıntaş

ASIL SORUN : ERDOĞAN VE KANKALIĞA SOYUNAN BAHÇELİ
7 Haziran seçimlerinin üzerinden 60 gün, Davutoğlu’na hükümet kurma görevinin verilmesinin üzerinden 34 gün, Davutoğlu’nun hükümet kurma çalışmalarına başlamasının üzerinden 28 gün geçti. Bu süre içinde TBMM’i açıldı ve üyeler yemin edip, Meclis Başkanını seçtikten hemen sonra, çok yorgun düşmüş olmalarından, 1 Ekim’e kadar tatile girdiler. 20 Temmuz’da Suruç’ta intihar saldırısı ile, 32  sosyalist gencin yaşamdan kopartılması sonrasında, ortalık toz-dumana ve kana boğuldu. 20 Temmuz- 5 Temmuz arasında, kayda, ölenler ve şehitler olarak düşenlerin sayısı 55’e vardı. Buna, güvenlik güçlerince IŞİD ve PKK’ya yönelik operasyonlarda canlarını yitirmiş olanlar dahil değildir.

Oysa ki Türkiye, 8 Haziran sabahına yeni umutlarla uyanmıştı. AKP’nin özelliği, şimdiler sonlandırılan iktidar şehveti bataklığı içinde boğulmasının nedeni, muhalefet deneyimi yaşamaksızın, kurulduktan hemen sonra tek başına iktidarı,2002 seçimlerinde yüzde 36 oyla ele geçirmesi ve 7 Haziran 2015 seçimlerine kadar da sürdürmesidir. DSP-ANAP-MHP Ortak Hükümeti, Türkiye’nin günümüzde de yaşamakta olduğu iki sorunda önemli mesafeler almıştı. Bunlardan ilki, 1994’den 2000’e kadar süren ekonomik belirsizliğin, Derviş Reçetesi ile giderilmesi, ötekisi ise, Öcalan’ın paketlenerek kendisine teslim edilmesinden sonra, PKK ile çatışmasızlık ortamının sağlanması idi.

AKP, MHP’nin koalisyonu bozucu erken seçim çağrısı sonrasında yapılan seçimlerle, iktidara geldiğinde bu iki mirası kucağında buldu ve küresel finans bolluğunun yarattığı uygun ortamı kullanarak, bunu kendi başarı hanesine yazdırdı. Sonrasında gerçekleşen 3 genel(2007,2011,2015)  ve 3 yerel(2004,2009,2014) ve 2 halk oylamasında, amaçladığı sonucu  alabilmek için  “PKK ile çatışmazlık ortamı” nı, başarı ile araçsallaştırdı.


AKP’nin çözüm sürecini, sorunun çözümü yerine, seçim başarısı için kullandığının kanıtı, 7 Haziran seçimi ile ortaya çıktı. 7 Haziran seçiminin bir başka özelliği, Kürt siyasal hareketinin, ilk kez HDP olarak ve Türkiye Partisi olmayı amaçlayarak seçime katılmasıdır. Önceki seçimlere “bağımsız adaylar” ile katılım, AKP’nin mutlak iktidarını engelleyici sonuç yaratmıyordu. Demirtaş’ın önce 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde bulduğu destek ve sonrasında parti olarak, varolan yüzde 10 luk seçim barajını param-parça edeceği yolundaki bulgular, o güne dek Kürt siyasal hareketi ile “kankalık”  ilişkileri içinde olan AKP ve Erdoğan’ı alarma geçirdi. Ve seçim giderek HDP ile Erdoğan arasında yapılır bir görünüm ve içerik taşıdı. Seçime “seni başkan yaptırmayacağız” sloganı ile giren HDP’in bu amacını gerçekleştirmesi, AKP’yi tek başına iktidar olmaktan uzağına düşürürken, Erdoğan’ın da “başkanlık düşü”nün sonlanması sonucunu doğurdu. AKP’nin önceki seçim başarılarında yararlı olan  “çatışmazlık ortamı/çözüm süreci”nin, 7 Haziran seçiminde HDP’yi, 80 milletvekili ile Meclise taşıması,  siyaset sahnesine mutlak iktidarla fırlamış olan AKP ve özellikle de Erdoğan’ı çılgına çevirdi. Onüç yıldır sürdürülen tek başına iktidar sürecinde, İslamcı Kesimin devlette ve hükümette etkili bir güce dönüşmesinde rolü olan Kürt siyasal hareketinin, Türkiye Partisi olarak parlamentoya girmesi sonrasında, İslamcı Kesimin mutlak iktidarını sınırlandırırken, toplumun yeniden biçimlendirilmesi isteğini güçlendirdi. Kavga, iktidar bölüşümünde daha önce Gülencilere karşı açılan savaşa benzemektedir. İçine düşülen çılgınlık, yeni çılgınlıklara neden oldu. Mutlak iktidarı sonlardıran ve düşleri paramparça eden HDP’in cezalandırılması, sonraki seçimde böyle bir rakibin önünü kesmek amaçlı senaryolara ışık yakılarak, düğmeye basıldı. Artık yeni “paralel”, ”Haşhaşi”, “düşman” HDP ve Demirtaş olarak işaret edilerek, iliştirilmiş köşe yazarlarına, Cumhuriyetin değil de, kaçak-kondu Külliye’nin savcılarına “ateş serbest”  işareti verildi.  13 yıldır dillerden düşmeyen  “bugün-yarın çözüm”, “Oslo Görüşmeleri”,Dolmabahçe Protokolü” yadsınarak, bu savaş içinde ön almak için hazır bekleyen MHP’yi de yanına çekildi. Yazımızın ilk paragrafındaki sonuçların nedeninin “HDP-Demirtaş’tan İntikam”ın sonucu olduğunun kanıtını, Erdoğan’ın bilgesi ve sır küpü Akdoğan ortaya serdi. Akdoğan, Öcalan’ı yedeğinde tutarken, “HDP baraj için çözüm sürecini feda etti” diyebilerek, yeniden başlatılan çatışmaların bilinçli ve HDP’yi cezalandırmaya yönelik olduğunu açıklamıştır. Çatışmasızlık ortamından rahatsızlığını gizlemeyen ve HDP’nin Türkiye Partisi konumuna erişmesinden rahatsız olan Bahçeli ve MHP, başlatılan çatışmayı oya dönüştürmek için, giderek AKP ile birlikte toplumsal barışı ortadan kaldırıcı bir yarışa girmiştir. Bahçeli, bu yarışta geride kalmamak, öne geçmek için, hedefine HDP’ye oy verenleri “şerefsiz” olarak nitelemiştir. AKP HDP’yi “barajı geçerek çizgiyi aşmakla” suçlarken, Bahçeli, HDP’nin “Kürtlerin Partisi” olmaktan, “Türkiye Partisi”ne evrilmesini amaçlayan seçmenlere savaş açmış, sözcüsü eliyle de “elimizde isimleri var” tehditinde bulunmuştur. Sorun, PKK Teröründen, Erdoğan-Bahçeli tehdidine dönüşmüş bulunmaktadır. Olan ise, hemen hergün sayıları artan genç insanlarımıza, çocuklarımıza olmaktadır. Olan, çocuklarını kurban verdikleri vatanda tek dikili olmayan yoksullara, onların umutları olan çocuklarına olmaktadır.(sürecek) 06.8.15

BARIŞ İSTENCİ VE DİRENCİ, SAVAŞ TAMTAMLARINI SUSTURMALI

ÜNİVERSİTEDEN BAKIŞ
Prof.Dr.Mustafa Altıntaş

BARIŞ İSTENCİ VE DİRENCİ ,  SAVAŞ TAMTAMLARINI SUSTURMALI

5 Haziran’daki HDP’nin Diyarbakır’daki meydan mitingine yönelik bombalı saldırının gölgesinde gerçekleşen Haziran Seçimi, kendisini “Türkiye Partisi” biçiminde tanımlayan HDP’nin utkusu ile sonuçlandı. Beklenen, bu sonucun, 30 yılı aşkın bir süredir örtük bir biçimde, zaman zaman sıcak çatışmalara konu olan “Kürt Sorunu”nun, sonlandırılmasında bir fırsata dönüştürülmesi idi. Ancak buna izin ve olanak verilmedi. 20 Temmuz’da,  Suruç’ta, Kobani Kantonunu yeniden yapılandırmaya katkıda bulunmak amacı ile yola çıkan 32 sosyalist gencin katledilmesi sonrasında başlayan terör ve terörü önlemeye yönelik olarak güvenlik güçlerinin önlemleri, Doğu ve G.Doğu Anadolu’yu yeniden sıcak çatışmaların alanına dönüştürdü. ABD ile Hükümet arasında, başta İncirlik olmak üzere bazı üslerin, ABD ve müttefiklerinin kullanımına açılmasını fırsat bilen yerli savaş ve siyaset baronları, şimdilik Öcalan’ı “benim teröristim iyidir” diyerek övgülere boğarken, önderi olduğu ve 2008’den bu yana onlarca görüşme ve mutabakatta “taraf” olan PKK ve Kandil’i ortadan kaldırılması gereken düşman olarak ilan ederek, topyekun savaş açmıştır.

1999’da Türkiye’ye paketlenerek gönderilen Öcalan, özellikle 2002 ve sonraki seçimlerde, milliyetçi-muhafazakar gömleği giyen siyaset bezirganlarının malzemesi kılınmıştır. Milliyetçi-muhafazarlıkta yarış içine giren partiler, “asmadın-sen as” kavgasında birbirlerine yağlı urgan fırlatırken, bu kez de, Kürt siyasal harekete karşı “Öcalan olsaydı sizi önüne katıp kovalardı” biçiminde kullanır oldu.

Önceki yazılarımda, 7 Haziran seçimi sonrası doğan umutların, neden ve kimler eliyle karabasana dönüştürüldüğünü  açıklamaya çalışmıştım. Umudun yeşerticisi, AKP’yi, onüç yıllık tek başına iktidar tahtından indiren HDP’nin, parti olarak katıldığı ilk seçimde barajı aşarak, 80 milletvekili ile TBMM’ne giren HDP olmuştur. HDP’nin bu başarısı, öteki muhalefet partilerinin de, seçim sürecinde  ortak ereği olan “seni başkan seçtirmeyeceğiz” in ötesinde sonuç doğurmuştur. Bu sonuç, ortak hükümet kuruluşunu dayatmasıdır.

Bu sonuçlar, başkan olmayı ve parlamenter sistemi başkanlık sistemine dönüştürmeyi amaçlayan Erdoğan’ı, gizlenemez bir öfkeye ve düşmanlığa yöneltti. 2008 Eylül’ünde PKK ile MİT arasında gerçekleşen “Oslo Görüşmeleri ve Mutabakatı” ile başlayan “çözüm sürecini”  ve görüş birliğine konu olan “Dolmabahçe Mutabakatı”nı elinin tersi ile iterken,  sözcülüğünü yaptığı Kürt Sorunu da “ “yok” olarak ilan etti. Zaman zaman adlandırılması değiştirilen “çözüm sürecinin” de, AKP elinde, tıpkı demokrasiyi yaşam biçimi olarak içselleştirme, kural ve kurumlaştırma yerine, amaca varıncaya kadar  binilecek ve durağa binince terkedilecek tramvay olarak algılandığının kanıtını oluşturmaktadır. AKP ve özellikle O’nun tek patronu olan ve bu gömleğini de çıkartmaya hiç mi hiç niyeti olmayan Erdoğan, iktidarla başladığı siyasal yaşamının her adımında öfkeyi ve çatışmacılığı, kendisini hedefine götüren yöntem olarak başarı ile uygulamıştır. Ve sürekli olarak ilan ettiği düşmanları ve bu düşmanlar ile savaşımında da yanında tutmak istediği müttefiklerinde değişmeler yapmıştır.

AKP’nin siyaset sahnesine çıkışı, Erbakan ile savaşımla başlamış, ancak bu savaşımda birlikte olduğu dava arkadaşlarının çoğu, sonradan “hain” suçlaması ile, ötelenmiştir. İktidara giden yolda ise düşman, kendisini ve kadrosunu, yetmiş sekiz milyonluk bir ülkenin başına taşıyan Cumhuriyetin önder, değer, kurum ve kazanımları olmuştur. Güç kazanıp, yer edinince, Anayasa gereğince ulusal egemenliği kullanılma araçları olan Anayasal kurumları, TSK’nı, HSYK’yı, YÖK ve Üniversiteleri, medyayı ve benzerlerini yeni düşmanları olarak  ilan ederek onlara karşı savaş açmış ve tüm bu kurumları ele geçirmiştir. Bu süreçte, iki toplumsal kesimi, amaca varıncaya kadar yedeğinde tutmuş ve ortak kılmıştır. Bunlar Gülen Hareketi ile Kürt Siyasal Hareketi olmuştur. Ülkenin bütün kalelerine girilip, bütün tersaneleri dağıtılıp ele geçirilmesinden sonra ise, “aynı yağmurda ıslandıklarını, yollarda birlikte yürüdüğü” ortaklarını sırtından atmak için, bu yeni düşman kıldıkları ile yeni “savaşlara” girişmiştir. Errdoğan’a göre, kendisinin mutlak iktidarına engel görünenler yada iktidarından pay sahibi  olduklarını ileri sürenlerin hepsi aynı suçlamaya konu edilmişlerdir. Son örnek, dünün “kahramanları ve demokrasinin bekçileri” olarak kutsanan üç savcı, Öz,Kara ve Yüzgeç hakkında düzenlenen tutuklama gerekçesidir : “Suç işlemek amacıyla örgüt kurmak, cebir ve şiddet kullanarak T.C.Hükümetini ortadan kaldırmaya, görevlerini yapmasına kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etmek”.


Kürtlere ve Kürt Siyasal Hareketine karşı açılan topyekun savaşın nedeni ise, 13 yıllık bir imparatorluğun HDP tarafından sonlandırılması ve şimdiye kadar Erdoğan mutlak iktidarına verilen destek karşılığında verilen borç senetlerinin tahsiline yönelinmesidir.  Ödeme günü gelen senedin ne olduğunu PKK'lı Murat Karayılan şu biçimde ortaya koymaktadır: "Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun ardından, 1924'ten sonra dışlanan Kürtler ve İslamcı kesimlerden, bugün İslamcı kesim devlette ve hükümette etkili bir güç haline gelmiştir. Bunda Kürt Özgürlük Mücadelesi'nin rolü vardır. Bu çerçevede Türkiye toplumu kendini yeniden biçimlendirmek zorundadır". Kürt Siyasal Hareketinin, İslamcı kesim ile müttefik olarak başardıklarından payını istemesi, pay yerine, yeni düşman olarak üzerine gidilmesi, sayısını bile izlemekte zorlandığımız şehitlerimizin, üzerlerine bombalar yağdırarak öldürdüğümüz yurttaşlarımızın başlıca nedenini oluşturmaktadır. “Kinci ve dinci kuşaklar” yetiştirmeyi amaç edinen ve “biz kefenimizi giyerek bu yola çıktık” diyen ve mutlak iktidarı için herşeyi göze alan ve herşeyi mahvetmeyi göze alan Erdoğan’a, savaş ve silah baronlarına karşı, “savaşa hayırı”, “yurtta da barış, dünyada da barış” istencimizi yükseltmeliyiz.13.08.2015
EKONOMİDE DİKİŞLERİN TUTMASI ÇOK ZOR…
YENİ BİR STAGFLASYON MU?
DAĞITILACAK SEÇİM ŞEKERİ SONRASINDA
FATURAYI HALK  ÖDEYECEK…

Faizlerin düşürülmesi ile, ekonominin canlanacağı beklentisi içinde olan Cumhurbaşkanı, en sonunda Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Babacan ile TCMB Başkanı Başçı’yı, Beştepe’de kabul etti. Testiyi kıran ve bu nedenle siyasal belirsizliğin tavan yapmasına neden olan Cumhurbaşkanı’na özetlemede bulunan Başçı, akademik bir ders verircesine, MB’nın politikasının nedenlerini açıkladı. Başçı, ders verircesine, piyasa faizlerinin düşürülmesinin yollarının; “Kararlılık ve Güven Artırıcı Adımların Atılması”, “Mali Disiplin (Kamu Borç Yükünün Hafifletilmesi)” “Fiyat Kararlılığına Odaklı Bir Para Politikasına Bağlılık” olduğunun altını çizdi. Ve MB’nın yasal görev ve sorumluluğunun “fiyat kararlılığını korumak” olduğunu anımsattı.

Başçı’nın çizimle anlattığı bir gerçek de, tutturulamayan enflasyon hedefleri idi. Enflasyon gerçekleşmeleri, 2010 yılına kadar hedeflenen enflasyon ile başabaş giderken, 2010’dan günümüze kadar, gerçekleşen enflasyon, hedeflenen enflasyonun hep üzerinde olmuştur. Tek örnek vereceğim. 2014 yılı için hedeflenen enflasyon % 5 iken, gerçekleşen bunun % 60 üzerinde, % 8.2 olmuştur.

Korkum, 1970’li yıllarda,   Kapitalist Dünyayı kasıp kavuran, 1944’de Bretton Woods’da oluşturulan “Dünya Para Sisteminin” çökmesine ve çoğu ülkelerde darbelere, iç savaşlara   neden olan stagflasyon, durgunluk içinde enflasyon benzeri bir bunalımını, bu kez kendi nedenlerimizden ötürü yaşar duruma gelmemizdir. Günümüz dünyasında, 1970’li yıllarda küresel enflasyona neden olan petrol fiyatları ile temel girdi fiyatlarında bir yükselme değil, düşme söz konusudur. Buna karşın, Türkiye’de bir yandan fiyat artışları dizgilenemezken, öte yandan da işsizlik rakamları yükselmekte ve genç nüfus içindeki işsizlik, ortalamanın yaklaşık üç misline yakın düzeyde bulunmaktadır.Bunun başta gelen nedeni ile, doğrudan Cumhurbaşkanı ve ekonomik danışmanları  tarafından tetiklenen ve yandaş medya tarafından salvo atışlar ile, Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı ile TCMB Başkanı’nın hedef tahtasına oturtulması ve bunun, çok kırılgan olan Türkiye ekonomisini büyük bir bunalım uçurumuna getirmiş bulunmasıdır.

Hükümet, para ve döviz piyasasında kopan kıyametin faturasını, yaklaşan seçim nedeni ile, varolan kimi fonlardan(İşsizlik Sigortası Fonu vb) karşılarken, öte yandan da “konut,çeyiz yardımı ve öğretmen atamaları”benzeri seçim şekeri dağıtmalarını sürdürme çabasında. Bütün bu yanlışların ve hovardalıkların yükü, seçim sonrası, tıpkı 24 Ocak 1980’de olduğu gibi, halk yığınlarının üzerine yıkılacaktır. 7 Haziran sonrasında, yaz sıcaklarını, zam sıcakları unutturacaktır. Seçmenin, 7 Haziran’da kullanacağı oyun rengini, bir de seçim sonrasında başına yıkılacak dünyası açısından düşünmesinde yarar vardır.
13,3,2015

Prof.Dr.Mustafa Altıntaş
ÜNİVERSİTEDEN BAKIŞ
Prof.Dr. Mustafa Altıntaş

ÖNCE KUTSANAN, SONRA DÜŞMANLAŞTIRILAN PKK

Türkiye, “kifayetsiz - muhterislerce” itelendiği iç savaşta, her gün yeni öldürümler ve yıkımları yaşamakta. Bu yazı için bilgisayarın başına oturduğumda, 40 günün bilançosuna baktığımızda 42 güvenlik görevlisinin şehit, 13 sivil ve 47 si PKK’lı olarak duyurulan ölümlerin olduğunu görmekteyiz. Bu iç savaşın taraflarından olan Devletlüler, “güvenlik bölgeleri” ile “sokağa çıkma yasakları” ilan edip-dururken, Kandil denetimindeki taraf ise, “özerklik ilan edilen il ve ilçe” sayılarına hergün bir yenisini eklemektedir. Halkın yükselen öfkesinin derecesine bağlı olarak da, şehitlerimizin cenaze törenine, bu sonuçlardan sorumlu olan politika esnafının katılım derecesi de yükselmekte, kimi grupların “şehitler ölmez-vatan bölünmez” söylemi ile, toplumun gazı alınmak istenilmektedir. Geleceğini kan ve ateşin yükselmesinden bekleyenler ise, her şehit cenazesini, politik rant devşirme fırsatına dönüştürmek yarışına katılmakta.

Yalnız kan akmamakta, iç savaşın yıkıntıları görünmemekte. Gönenç için kullanılması gereken özdeksel kaynaklar ile üretimin olmazsa olmazı olan  insangücü yitmemekte, aynı zamanda da, ekonomi siyasal belirsizliğin yıkımına uğratılmaktadır. Türkiye’nin, yabancılar açısından can güvenliği açısından duyarlı bölge olarak ilan edilmesi, ekonomimizin ve istihdamımızın önemli kalemlerinden olan turizm gelirlerimizi olumsuz etkilemekte, yabancı yatırımcılar bir yandan ülkemize gelmekten cayarken, öte yandan da varolan yatırımlarını başka barış içindeki limanlara aktarma çabası iuçine girmekteler. İç savaşın tırmandırılması ve Cumhurun Başkanı olduğu savını yineleyip duran Erdoğan, güvenlik güçlerince öldürülen bölge insan sayısından siyasal rant olarak olarak yararlanmaya dönüştürürken, yenilenecek seçimin başlıca kozu durumuna getirirken, 2010’dan başlayarak hızlanan  bölgesel kitlesel  turizmi de  bıçak gibi kesmiştir. Artan yerli ve yabancı turizm hareketleri nedeni ile yapılmış olan turizm tesislerinin boşalması, terörün yanına, ekonomik bunalımı da eklemiş bulunmaktadır. Terörün neden olduğu işsizlik ise, yeni terörist adaylarının devşirileceği uygun fidelik olarak karşımızda durmaktadır.   

Kendisine, “hükümeti kurmamak üzere hükümet kurma turları düzenleme” görevi verilen Davutoğlu ise, “başarılı nafile turları” nı tamamlamış olmasına karşın, hükümeti kurma görevini gasp ederek, elinde sımsıkı tutmakta ve 45 günün dolmasını buyuran muktedirin emrinin gereğini yapmaktadır. Anayasa çerçevesindeki görevini başarıya götürmemiş, ancak “hükümeti kurmama başarısını”  gerçekleştirmiş olan Davutoğlu, bir yandan “gerekirse çocuklarımızı feda ederiz”, üç şapkalı Erdoğan bir yandan “Tanrıya yakın yükseklikteki cami açılışından yararlanarak yeniden seçim nutku atar”, Trabzon’daki cenazede “ne mutlu şehit ailesine, ne mutlu onun yakınlarına” derken, kendilerinin ve yakınlarının çocuklarını sıkı sıkıya korumakta, çelik tabutlar içinde gelen “analarının kuzuları” arasında, bunları “savaşa gönderenlerin” çocuklarına, yakınlarına rast gelinmemektedir. Bu durum karşısında  Davutoğlu ve Erdoğan’ın, vb.lerinin çocukları, yakınları “hayırsızlardan” olmalı ki, analarını, babalarını, yakınlarını “mutlu kılacak(!)”, çelik tabutlar içinde dönme fırsatlarını, kimileri sahte raporlarla, kimileri para ödeyerek kullanmıyorlar. Anlaşılıyor ki, savaşa gönderenlerin çocuklarının ne ailelerini “şehit ailesi olarak mutlu etmeye”, “ne peygamberlikten sonraki en yüce makam olarak öykündürülen şehitlik şerbetini içmeye”, “ne de makamların yücesi olan şehitlik makamına tırmanmaya” niyetleri pek de yok.

İktidar ve muktedir bununla da yetinmemekte. Başbakanlığı bile korsan konuma düşmüş Davutoğlu, Cumhurbaşkanlığını üzerinden atarak, eylemleri ile “Başkanlığa” dönüştürdüğünü açıklayan ve Anayasanın buna uydurulmasını isteyen Erdoğan’ı  “Cumhurbaşkanımıza sadakat mezara kadar” diyerek, demokratlığını kimselere bırakmayan bir milletvekili ise “ebedi liderimiz” diye selamlamaktadır. İşin ilginci bütün bunların, Erdoğan’ı, Davutoğlu’nu ve sadık kullarını demokrasiden, meşruiyetten uzağa düşürmekte olduğunun ayırdında bile değiller.

Muhalefet partileri ise, bu nafile turlarda kendileri için biçilmiş olan roldeki görevlerini yerine getirirken, 1 Ekim’e kadar da TBMM’ni devreye sokmak konusunda da bir girişimde bulunmamaktalar. TBMM üyelerinin sergilediği kayıtsızlığı ve tatlı tatillerini bozmama hallerini izlerken, ilk paragraftaki gelişmelerin ve iç savaşın gerçekliği konusunda insan kuşkuya düşüyor.

Başlığa dönüyorum. Erdoğan ve tayfasının siyasal ömrü - tamamlanıncaya kadar da sürecek bu- önce putlaştırdıklarını, sonra taşa tutmak ile tanımlanabilir. Başlangıçta “aynı yolları birlikte yürüyorlar, aynı yağmurda birlikte ıslanıyorlar, herşey putlaştırdıklarını anımsatıyor”. Tam muktedir konuma geldiklerini düşündüklerinde ise, putlaştırdıklarına karşı “istikbal ve istiklal savaşı” açıyorlar. Önce putlaştırdıkları Gülen ve Cemaati ile, ödüllendirdike savcı ve yargıçları taşa tuttuklarını, Esad’ı Esedleştirmelerini, IŞİD’i şeytanlaştırdıklarını anımsıyorsunuzdur. Ben burada, en son taşa, bombaya,ateşe tuttukları PKK-Öcalan hakkındaki önceki söyleyişlerini sıralamak isterim:

- PKK ile görüşen arkadaşı ben gönderdim. Sıkıntısı olan bana söylesin – Erdoğan
- Kürtçe yasağını biz kaldırdık. Bana Serok Ahmet diyorlar- Davutoğlu
- PKK birkaç Mehmet’i şehit etti diye Meclisi toplayamayız- Hüseyin Çelik-Milli Eğitim Eski Bakanı
- Sayın Erdoğan demeyi ve PKK Bayrağı açmayı suç olmaktan çıkarttık - Arınç
- Öcalan’ın mesajları bizim de düşüncemiz- Beşir Atalay
- Öcalan’ın olayları okuma ve anlama tecrübesi var- Akdoğan
- Öcalan dünyanın geleceğini çok iyi okuyor – AKP MV Yasin Aktay
- Öcalan’ın çok geniş bir prestij alanı var. Nadir insanlardan birisi – Mahçupyan
- ÖCALAN TÜRKİYE’NİN ÖNÜNÜ AÇIYOR- Cumhurbaşkanı Baş Danışmanı Yiğit Bulut

Bunun tek nedeni var. Biat kültüründen gelenler, başkalarının da kendilerine boyun eğmelerini, isteklerinin dışına çıkmamalarını isterler. Çizgi dışına çıktıklarında ise, “kıyamete kadar sürecek kin ve nefretlerini” kusmaktan kendilerini alamıyorlar. PKK, KCK’nın tek suçu, HDP’nin barajı aşarak, AKP’yi iktidardan düşürmesi, Erdoğan’ın başkanlık düşünü paramparça etmesidir. Bunu Akdoğan, Sağlık Bakanı  şöyle dillendiriyor : “HDP, seçimde başarı sağlayarak, çözüm sürecine ihanet etmiştir. Baraj için süreci feda etti”  demekteler. Sağlık sorunlarını, sağlık çalışanlarının sorunlarını giderme yerine, yaşanmakta olanları ve dökülen kanları, yiten canları, yaratılan yıkımları 2010’a dayandıran bir de Sağlık Bakanı Müezzinoğlu var. Müezzinoğlu Trkiye’nin yangın yerine dönmesin,i 10 Ağustos 2014’de yapılan Cumhurbaşkanı seçimine bağlamakta ve “başkan seçmiş olsaydık  Türkiye’de kaos yaşanmayacaktı” diyebilmekte ve böylece de bu savaşın Erdoğan’ın başkan oluncaya kadar süreceğini söyleyebilmektedir. Yani, Türkiye’yi 1990’lardaki kan gölüne, hukukun askıya alınmasına, insan haklarının ortadan kaldırılmasına, kıyamete kadar küçük kıyametlere neden olan PKK-KCK-Kandil’in başkaldırısı olmadığını Başbakan Yardımcıları, Bakanlar açık açık söylüyorlar. Bu nedenle PKK, KCK ve Kandil’e silahları bırakan çağrısını yapmanın bir yararı bulunmamaktadır. Çünkü, kışkırtılan ve yaygınlaştırılan kandan ve gözyaşından beklenen, “anaların ağlamasını sonlandırmak” olmayıp, AKP’yi tek başına iktidar ve Erdoğan’ı da başkan yapmaktır. Kıyamete kadar sürdürülmesi amaçlanan da bu sonuca varmaktır. Tıpkı 12 Eylül 1980 Darbesi ile, bıçak gibi kesilen terörde olduğu gibi. Bu kin ve nefretlerinin bedelini ise, kendilerinin değil, çoğu laik kesimden gelen “anaların kınalı kuzuları” ölerek ödemektedirler. Siyasal İslamcıların giderek zenginleşmeleri onların da paralı askerlikten yararlanarak, vatan görevinden yakalarını kurtarmalarına neden olurken, askerlik görevi yoksul-laik ailelerin “analarının kuzularına” kalmış görünmektedir. Cenaze görüntülerine iyi baktığınızda, siyasal-dinci örtünmenin değil de, geleneksel örtünmenin ve uygar görünümlerin yoğunlukta olduğunu görebilmekteyiz. TBMM bu kan ve gözyaşına engel olmak istiyorsa, tabutlar başında timsahın gözyaşını dökme sahteciliğini bırakarak görev başı yapmalıdır. Yoksa bu yaygınlaştırılan kin, nefret, kan ve gözyaşları içinde onlar da boğulmaktan kendilerini kurtaramayacaklardır.20.08.2015